Ak Saray ve Kürt ayrımcılığı (PKK) sorunu

Erol Çevikçe

Son yazılarımda, günlük olaylar üzerinde patinaj yapmak yerine, kalıcı duruma gelmiş olay ve sorunların nedenlerini ve gelişmelerini deneyimlerimden alarak irdelemeyi, (bir nevi tarih düşmeyi, belgelemeyi) yeğledim.

Yarım yüzyıldır Türkiye’nin gündeminde iki ana sorun vardır. Demokratikleşme ve hakça kalkınma. Bu iki konu, alt alta değil, iç içedir. Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet (Tek Adamlık) sistemine geçeli, aksamalar ve ara kesilmeler olsa da bu iki yolda bırakın ilerlemeyi, adeta elli yıl öncesine (geriye) doğru bir hızlanma yaşanıyor.

Demokratikleşme sorununun daha da zorlaşmasında, ümmetten yurttaşlığa geçişle beraber içerden ve dışardan istismar edilen ırk ve din ayrışma savaşımı (hatta savaşı), nitelik ve nicelik değiştirse de,  süreli ve yapısal halden çıkmadı. Can ve kan almaya devam ediyor.

Bu haftaki yazımda, ekonomiyi de bu günkü çıkmaza getiren AKP (R.T. E.) - Kürt Ayırımcılığı (PKK) sorununa yoğunlaşacağım;

Halkımız PKK'nın gerçek yüzünü 1984'te tanıdı. Abdullah Öcalan Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bırakıp bölgeye gittiğinde, sözde devrimci idi. Kısa süre sonra adi bir eşkıya olduğu sanıldı. Gerçekte ise ırkçı bir teröristti.

12 Eylül Darbeci Generallerinin varsa yoksa hedefi, komünizm bahanesi ile sosyal demokratların kökünü kazımak olduğu için, Abdullah Öcalan bölgeyi tam anlamıyla boş buldu. Üstüne üstlük, Kenan Evren ana dilini de yasaklayınca Kürt kökenli yurttaşımız, O’nun ırkdaş önderliğine sığınmaya zorlanmış oldu.

Parti kapatılmadan CHP'nin üst yönetiminde olduğum için örgütle ilişkilerim sıkı idi. APO adını ilk kez, 1983'te Bitlis il başkanlarımızdan M.G. den Ankara’da duydum. M.G. "PKK Şırnak-Eruh arasında eşkıyalık yapıyor sanmayın. Devlet belki farkında ama siz deneyimli politikacılar uyuyorsunuz. APO Irak'taki ayrılıkçı baba Mustafa Barzani'den destek alıyor ve aynı hedefe doğru ilerliyor" diye başladı anlatmaya.

Sanki benim bilmediğim bir ülkeden söz ediyordu. Oysa ben Posof'tan Cizre'ye, Ağın’dan Başkale’ye kadar çok kere gittiğim o bölgeyi partide en iyi bilenlerdendim. Yıl 1974, aylardan Temmuz. Ne Irak'ta ayrı bir Kürt devletinin umudu, ne de Türkiye'de ayrılıkçı bir ırkçılığın rüyası vardı. Ne var ki, Bayındırlık Bakanı olarak gittiğim Çukurca yolunda gördüğüm Kürt kökenli yurttaşlarımıza karşı duyulan kuşku, asıl ayrımcılığın Ankara'dan (Kolluk Güçlerimizden) kaynaklandığını belgeliyordu;

Hakkâri'den batıya doğru yol, Zapt Suyu vadisini izler. Beytüşşebap kavşağına geldiğinizde, sınıra yönelip Çukurca'ya çıkmak için sarp dağların arasındaki bir köprü geçitten geçersiniz. Sol yandaki yalçın oval kayalık yukarı doğru cilalı bir kule binayı andırır. Aslında Ankara’ya bağlılıklarının ifadesi gibi, Ulus'taki tarihi eski genel müdürlük binasına benzediği için adını "İŞ Bankası" koymuşlar.

Yanımda Vali, İş Bankasını geçtik ve Çukurca'ya doğru tırmanıyoruz. Bir ara aşağıya baktım ki, arkamdaki konvoy kopmuş. Durduk ve ne olduğunu sordum. Kürt kökenli Senatör ve Milletvekili arkadaşlarımı geçitte alıkoymuşlar. Başbakan Ecevit'in meclisteki seçilmiş arkadaşlarını kendi illerindeki bir sınır ilçesine sokmak için Bakanlık yetkimi kullanmam gerekti. O yetmedi, Çukurca’nın idealist genç kaymakamı bir ara kulağıma eğildi ve "Sayın Bakanım siz beni anlarsınız, lütfen bir çift lastik ayakkabı almak için bu halkı Valilikten izin almaktan kurtarın" diye fısıldadığında aklıma, halka verdiğimiz Ecevit'in "insanca ve hakça düzen" sözü gelmişti.

1983’te Ankara’da Bitlis İl Başkanım PKK ile ilgili o sözünü bitirdiğinde bunları anımsayarak tasalara boğulmuştum. Bu tasam bir süre sonra tırmanan terörün ülkemde açtığı derin ayrılıklara ve acılara dönüştü. 1994'e gelindiğinde 30 bine yakın insan canı yitmiş ve sanki terör günlük yaşamımızı esir almıştı.

Bölgede ve dünyadaki gelişmeler Cumhurbaşkanı Demirel'i de "Kürt realitesini" tanımak durumuna getirmişti. Terörün üstüne en sert biçimde yürümek için bölge halkını eşit ve onurlu yurttaş olarak devletinin yanında tutmak gerekiyordu. Terörün başının 1999’da ele geçirilmesi ve öylece yörede barış ve demokrasi rüzgârlarının kısa bir süre esmesi, bu yaklaşımın sonucudur.

2002 seçiminde yüzde 34 oyla AKP tek başına hükümete gelirken özellikle hala aşiret yapısı devam eden ve Sünni inancın hâkim olduğu bölgeden en çok oyu almıştı. 2007 seçimine giderken artık Başbakan olan R.T. Erdoğan’ın birincil hedefi, sandıkta oyunu artırmaktı. Böylece, sonraları “sadece sandıktır” dediği demokrasi adına ABD’yi, AB’yi ve içerdeki 2. Cumhuriyetçi liboşları arkasına almaya çalıştı.

AKP (R.T. Erdoğan), bu politikanın gereği onların isteği ile sonraları “çözüm sürecine” dönüşen Oslo görüşmelerini başlattı. Beraberinde de, ABD’nin Irak işgali sonrası Irak ve Suriye’de yerleşik ve kamusal güç haline gelen Kürt partileri ve liderleri ile çoğu dolaylı ilişkileri hızla artırdı.

Ne var ki, bu sürecin özü ve başı, öyle R.T. Erdoğan’ın sandığı gibi yalnız Kürt seçmenin oyu üzerindeki basit hesaplarına bağlı değildi. 12 Eylül Darbecilerinin, hala tartışılan yaptıkları Anayasa ve Partiler-Seçim yasaları ile paralel, Kürt kökenli birçok politikacı bölgesel ve etnik tabana dayanan bir partileşme yoluna girdi.

1989 yılında Halkın Emek Partisi (HEP) ile başlayan bu çıkış, kapana-açıla ÖZEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP,  BDP ve HDP’ye kadar devam etti. HDP’nin öncekilerden farklı bir özgüven kazanması ve parti olarak barajı geçebilmesindeki en önemli neden, bölge halkanın ortak tarihi geçmişi olduğu, Kuzey Iraktaki Kürt Kökenli Siyasal Hareketin ayrı bir federal devlet haline gelebilmiş olmasıdır.

7 Haziran 2015 seçimi öncesi bir yandan 17-25 Aralık yolsuzluk iddialarının fotoğraflanması, bir yandan da MHP liderinin tırmandırdığı radikal milliyetçi suçlamalar yüzünden R.T. Erdoğan, oy yitirme korkusuna kapıldı. -Kürt sorununu çözeceğim- diye başlattığı “çözüm süreci” dosyasını buzdolabına kaldırdı.

Ancak, bu dönüş AKP’nin büyük oy kaybını durdurmadı. Yenilenen 3 Kasım 2015 seçimi öncesi Suruç’ta başlayan ve arkasındaki karanlığın ortaya çıkmadığı Başkentteki toplu katliamların halktaki tepkisi, seçmeni devlete ve dolaysıyla var olan hükümete sahip çıkmaya zorladı.

3 Kasım 2015 seçiminde Tek başına iktidarda kalan AKP oldu. Ama Haziran seçiminde, Türkiye Partisi olacağız diyerek barajı geçen HDP, Kandil üzerindeki etkisini tümüyle yitirdi. Demokratik çözüme 1990’lardan beri hep karşı olan PKK, “hendek” savaşlarını başlattı. Daha çok insan canına neden olan tırmanışa, devletin tepkisi çok sert oldu. PKK örgütsel olarak bölgeden kaçarak güney sınırımızda Esad’a karşı olan YPG’ye sığındı.

AKP’nin (R.T. Erdoğan’ın) Türkiye’mizi buralara nasıl getirdiğini yaşananlarla bir kez daha anımsayalım: Hiçbir plan ve programa dayanmayan içi boş “Açılım” sonucu 2009’un Ekim’inde Habur sınır kapsındaki olaylar halkta, Türkler ve Kürtler arasındaki ayrışma eğilimini ve duygusal karşı çıkışı güçlendirdi.

Kürt açılımıyla “terörü sonlandıracağız” diyerek ortaya çukan AKP Hükümeti, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’dı. Ancak, “demokratikleşme” diyerek, ilk adımında ondan daha çok sahiplenen HDP’den önce Anayasa Mahkemesince 2009’da kapatılan o zamanki DTP idi.

Öyleyse ne oldu da, “açılım” daha açılmadan kapandı. Yerine “İmralı F Tipi Cezaevi” açıldı. Sokaklarda bombalar patladı, alevler yükseldi. AKP Hükümeti, “açılımı” açtığına, açacağına bin pişman oldu. DTP de, “Açılım bitti, bitti” diye sanki sevinç gösterilerine yöneldi.

Olayların o duruma gelmesinin herkese göre ayrı bir nedeni vardı. Muhalefete göre başlıca neden ve sorumlu iktidar, daha doğrusu Başbakan R.T. Erdoğan idi. Onlar AKP’nin başından beri hesabının, sadece Kürt seçmenin oyunu almak olduğunu görmüşler ve ters tepeceğini söylemişlerdi. AKP ve yandaş medya ise her zamanki gibi muhalefeti suçlama yolunu seçti. Başbakana göre muhalefet 45 yıllık sorunu çözmeye yardımcı olmak yerine, konuyu iktidarı yıpratma fırsatı olarak kullanma sorumsuzluğuna girdi. DTP ise, ortamı A. Öcalan’ın muhatap alınması için fırsat saydı. Dolaysıyla halk ne açılımı ne nereye gidildiğini, ne de kimin nereye götürmeye çalıştığını anladı

Gerçekte de, Kürt Açılımı derken AKP’nin, hiçbir somut önerisi yoktu. “Neler olmayacak, neleri yapacaksanız?” sorusuna, o zamanki Başbakan A. Davutoğlu’nun verdiği yanıt şuydu: “Resmi dilde değişiklik olmayacak, asla. Federasyon ya da özerklik olmayacak. Üniter yapıya halel getirecek hiç bir adım atılmayacak, Kürtçe eğitimle karıştırılmasın, seçmeli Kürtçe ders olabilir. Eğitim dili Türkçedir.

Bu söylemlerin hiçbiri yeni değildi. Olaya en kurnaz yaklaşan eski BDP Genel Başkanı Ahmet Türk, Başbakana “Hiçbir önyargı ve kırmızıçizgi olmamalıdır” diyerek karşı çıktı. Açılımdan beklentilerinin, “Anayasada etnik vatandaşlığa açılan değişiklik, ana dilde resmi eğitim, sonuçta federal yapıya dönüşecek demokratik özerklik” gibi yıllardır ileri sürdükleri taleplerini yineledi durdu.

Bu karşı yaklaşım ve söylem ve terör ine çıka sürdü-gitti. Artık adları unutulan askeri hareketlere karşın AK Saray, bu gün sınır ötesinde can ve kan kaybımızın tırmanışını önleyemez durumda. Öte yandan, işsizliğin ve pahalılığın artışına birinci derecede neden olan askeri kaynak harcaması sürüyor.  Suriye ile kopan ilişkiler ve bu gün en çok tartışma konusu durumundaki göçmen sorununda çözüm gözükmüyor.

Tam bir güven bunalımına giren başta ABD ve AB olmak üzere batıyla olan ekonomik ve siyasal bağlarımız donmuş durumda.  Bizim sırtımızdan Akdeniz’e ulaşan Rusya’nın (Putin’in) güvenilmez ve uzun dönemde zararımıza olacak tuzakları gittikçe gün yüzüne çıkar oldu.

Son ama en önemli olan Güney sınırımızda PKK’nın da içinde olduğu, Demokratik Birlik Partisi PYD, ABD’nin, Avrupalı birçok ülke ve hatta Rusya’nın desteğini artırarak Suriye’de bölgesel bir Kürt federatif devlet olma konumunu resmileştirmiş durumda.

2003’te Başbakan olduğundan düne kadar R.T. Erdoğan’ın varlık ve gelecek hedefi, laik demokratik sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetini, ılımlı İslâmî Cumhuriyete dönüştürmekti. Daha ilk günlerinden, “Demokrasi benim için amaç değil, hedefime giden yolda araçtır”, “Dindar nesil yetiştireceğim”, “Demokrasi sadece sandıktır” diyerek bu amacını açıkça dile getirmişti.

Bu amacını yaşama geçirmek için de önündeki engelleri kaldırmanın yolunun sandıktan geçeceğine inanmış ve yandaşlarını inandırmıştı. Önceleri “Cumhurbaşkanlığı-Başkanlık-Türk Tipi Başkanlık” derken sonunda tam istediğini almış oldu. Kuvvetler ayrılığını tasfiye ettiği, tek başına ve tek elden kararlar alabildiği anayasayı yüzde 50+2 ile değiştirmeyi başardı ve “partili Cumhurbaşkanı (Tek Adam) oldu.

Bir yazarın benzetmesiyle bütün tarikatların üstünde “Tayyibî Tarikatının” Şeyhi oldu ama yüz milyonluk laik demokrasi yolundaki bir ülkede uçup zirveye çıksa da oradan ahaliyi birlik ve dirlik içinde idare etmesi için çevresinde liyakatli, ehliyetli, ilim ve fende becerikli, dürüst, düzgün ve çok sayıda müridi olması gerekirdi!

Üstelik artık yüzde 50+1 alacak bir seçim olasılığı olmadığını, 2019 yerel seçiminde gördü. Dolaysıyla, 2023’te kendini sağlama alması için Millet İttifakını dağıtması ya da Cumhur İttifakını genişletmesi gerekir. Uzun süredir benim iki tarafın tavır ve konuşmalarından sezdiğim, İYİ Parti için sinsi bir planı var. Ancak her şartta Kürt seçmeni sonucu belirleyeceği için kapatarak ya da -yeniden çözüm süreci vaadiyle- HDP’yi pasif (bağımlı, zorunlu) duruma getirmeyi sürekli gündemde tutturuyor.

R.T. Erdoğan’ın amacı, en azından Kürt kökenli seçmenden daha önce aldığı oyu yeniden sandığa çekmek. Böylece yüzde 50+1 olmasa da, birinci turda en çok oyu alma hedefini kesinleştireceğine(!) inanıyor.

Bu belgesel saptamalardan görülüyor ki, AKP yani R.T. Erdoğan, daha Belediye Başkanı (Reis) olduğundan beri, Kürt Sorununa iki açıdan bakmış, birinci sırada Kürt yurttaşlarımızın sandığa atacakları “OY”, ikinci sırada da buna bağlı olarak PKK’nın sürekli değişen durumu.

Çünkü R.T. Erdoğan’ın siyasi ve toplumsal eğitimi, bilgisi, birikimi ve sosyal çevresi ile ilişkili alışkanlıkları birinci dünya savaşı öncesi daha doğrusu laik demokratik cumhuriyet öncesinde donmuş kalmış. İleriye, aydınlığa doğru bir adım bile atmayı, inancına-gururuna-hatta er kişiliğine yediremez ve bilinçaltındaki ezberini bozamaz olmuş. Bu karakterini de ilahi fıtratına bağlı ve liderlik sıfatının sonucu olarak övünçle ve inatla içine sindirmiş.

Salgının yeniden tehlikeli artışında halktaki huzursuzluğu, tırmanan işsizlik ve pahalılık dolaysıyla seçmenin tükenen sabrı ve son yangınlarda görüldüğü gibi partili cumhurbaşkanlığı hükümetinin içine düştüğü acizlik, AK Sarayın (R.T. Erdoğan’ın) azalan özgüvenini tamamen tüketmiş durumda.

Özellikle güney sınırımızda yeniden tırmanan can kayıplarını önlemek ve öylece Kürt oylarının en azından önceleri gibi yarısını almak için doğrudan İmralı ile ve dolaylı olarak HDP ile yeni bir “çözüm” konusunda uzlaşma aradığı gözleniyor.

Sonuçta erken ya da olağan seçim öncesi birinci ya da ikinci turda AK Sarayın yine de kazanacağı kesinleşmez ise seçimin ertelenmesi, ötelenmesi gündeme gelebilir. Seçim yapılır ve AK Saray için kayıp olursa, sonuçları tartışılır duruma çevirme ve geçersizleştirme çabaları da olasıdır diyenleri yadsımak kolay değil?

Ben yine de yazımı, iyimser bağlayacağım; Kesin olan bir gerçek var: Yakın tarih, bir yolla(!) zirveye çıkmış çok Tek Adam gördü ama sonsuza dek zirvede Kalan’ını hiç görmedi.