20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına karar veren Bakanlar Kurulundan, yaşayan 3 Bakan kaldık; Deniz Baykal, Önder Sav ve ben. 6 aylık Bayındırlık Bakanı, CHP’nin 9 aylık Adana milletvekili idim.
İsmet İnönü’den genel başkanlığı devralalı henüz 1,5 yıl olmadan Bülent Ecevit, girdiği ilk seçim 1973’te CHP birinci parti olmuş ancak, tek başına hükümet kuracak salt çoğunluk olan 226 sandalyeyi bulamamıştı.
CHP, milli görüşcü (o tarihlerde R.T. Erdoğan’ın da İstanbul gençlik kollarında üyesi olduğu) Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (AKP’nin devam olduğu MSP) ile Ecevit’in başbakanlığında hükmet kurdu.
Hemen not etmem gerekiyor: CHP’nin başka bir seçeneği olmadığı için, ancak 11 ay süren o hükümetin ortaklık protokolüne, MSP zorlayarak şu -iki kelimeyi- yazdırdı, “tarihi yanılgı”.
Protokol komisyonunda canlı tanığı olduğum bu iki kelime ile biz CHP olarak, İsmet İnönü’nün bütün siyasi yaşamında laiklikten asla ödün vermeyen politikasının “tarihi bir yanılgı olduğu” yorumunu paylaşmıştık (kabullenmiştik).
Bir yıl bile zor dayanabilen CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, o koalisyonu bozma nedeni, tırmanan MSP’nin, okullara politikayı sokma çabasının yanında (bence daha da önde) Kıbrıs’taki durumu kullanarak ülkeyi, çağdaş uygar dünyadan doğuya doğru (aşırı dinci, özellikle Arabî dünyaya) sürükleme çabaları etkili olmuştu.
1974 Temmuz’unda bakanlığımla ilgili çalışmaların bir aşamasında Elazığ’dayım (Tarih 15 Temmuz). Ankara’dan Başbakan Ecevit aradı, “Kıbrıs’ta ciddi bir sorun var” dedi ve hemen Ankara’ya dönmemi istedi. Karayolu ile 16 Temmuz sabahı başbakanlıktaydım.
Kıbrıs’ta Nikos Sampson adlı bir Eoka’cı (Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için kurulmuş silahla örgüt) Yunanistan’daki askeri cuntanın desteğiyle darbe yaparak yönetime el koymuştu. Nüfusu yüz bin dolayandaki soydaşımızın kıyamıyla karşı karşıyaydık.
Askerî bir girişimden önce Garantör devlet olan İngiltere ile görüşerek çözüm arandı. Üyesi olduğumuz NATO’nun (yani ABD’nin) desteği ile çözüm için ciddi diplomatik uğraş verildi.
Çünkü askerî bir yaklaşımın, başta Kıbrıslı soydaşlarımızın olmak üzere, Türkiye’mizin gelecek siyasi, ekonomik ve diplomatik ilişkilerindeki olası olumsuzlukların sorumluluk ve soğukkanlılıkla düşünülmesi ve öngörülmesi gerekiyordu
ABD’nin o tarihte Sovyetler Birliği -Rusya- yanlısı darbe yapan “Eoka’cıları kısa sürede adadan tasfiye edeceği” garantisini yeterince değerlendirmeliydik! Koalisyonun asıl ortağı CHP’li bakanlar (biz kendi aramızda) bu konuda yoğun tartıştık.
Benim de fikrine katıldığım Dışişleri Bakanımız Turan Güneş’in, “hedeflediğimiz Avrupa Birliği üyeliği yolunda siyasi, ekonomik ve hukuki ilişkilerimiz açsından ciddi engeller çıkaracağı uyarısının” bu gün baktığımızda, ne denli önemli olduğunu hiçbir aklı eren (gerçekleri yaşayarak gören) kişi yadsıyamaz.
Anımsatmak isterim ki, o zamanki teknolojik donanım, iletişim ve istihbarat konularındaki yoksunluklar nedeniyle, Koalisyon Hükümeti, ABD’nin (Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın) askeri müdahalesiz çözüm garantisini güvenilir bulmamıştı.
Oysa Harekâttan bir süre sonra, sadece Türkiye açsından değil, ABD’nin Kissinger’ın “Uçak Gemisi” dediği bağımsız ve bağlantısız Kıbrıs’ı, özellikle o zamanki Sovyetler Birliğine (Rusya’ya) ya da Yunan Cuntasının eline asla bırakmayacağı belgelenmişti.
48 yıl sonra hala 63 Müslüman dâhil 236 dünya devletinden Pakistan ve Bangladeş dışında dünyada Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyetini tanıyan devlet yok.
Kopenhag kriterlerine uygunluk aramadan üye aldıkları Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın karşı çıkışları nedeniyle yalnız AB değil, ekonomik ve mali ilişkilerimizin yüzde 70’ini kapsayan ülke, Kıbrıs Sorununu bahane ederek her türlü politik ve diplomatik engel çıkarmaya devam ediyor.
48 yıl sonra bu gün bu özeleştiriyi yapmamın nedeni AKP ile başlayan 20 yıllık son dönemde Kıbrıs politikamızın laik cumhuriyetimiz açısından ne denli istismar edildiğini belgeleme gereksinimdir;
R.T. Erdoğan, Kıbrıs konusunda başbakanlığının ilk gününde beri eşi bulunmaz devlet adamı ve diplomasi üstadı Rauf Denktaş’ı anlayamadı. Anlamadığı gibi O’nu da Türkiye’de yaptığı gibi, emri altında sıradan bir Vali yerine koymaya kalkıştı.
Cumhurbaşkanı Denktaş’ı sonsuzluğa yolcu ettikten sonra R.T. Erdoğan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin (KKTC) de, Tek Adamlığını üstlendi. KKTC’deki son seçimlerde açıkça görüldü ki, Kıbrıs’ta hangi kararların ve kimlerin alacağını AK Saray belirliyor. En yaşamsalından küçük ayrıntılara kadar.
Örneğin 1974 Barış Harekâtının 20 Temmuz 47. anma törenlerinde, gerçekçi, uygulanır ve iç-dış çevrelerce kabul edilir olmadığını bildiği halde, KKTC ile ilgili izlenecek politika değişikliklerini dünyaya, AKP’li Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan ilan etti.
Aslında, bu duruma gelirken R.T. Erdoğan’ın aklındaki tek neden KKTC’nin ve Kıbrıs Türk Toplumunun gelecek-kalıcı yararları ve çıkarları değil, Türkiye’deki iç politik geleceğine dönük hesapları olduğunu yine içerde dışarda sorumlu ve sağduyulu herkes gördü ve görüyor.
KKTC’de olanlar ve olacaklar konusunda R.T. Erdoğan’ın durumunu en gerçekçi ve doğru yorumlayabileceklerin başındaki kişi, Rauf Denktaş’ın zamanında baş danışmanı olan Erol Manisalıdır.
Prof. Manisalının saptadığı bir gerçek var; “Erdoğan’ın KKTC politikasında üç temel stratejik hatasından birincisi, Türkiye’de hükümetler Kıbrıs konusunda hep TBMM’yi arkalarına alarak iktidar-muhalefet tüm partilerin desteği ile hareket etmişlerdir: İnönü, Demirel, Ecevit bu politikadan hiç ayrılmayarak başarı sağladılar. AKP (ve Erdoğan) ise TBMM ve muhalefeti adeta yok sayarak hareket etti: Kıbrıs konusunda bölünmüş bir Türkiye resmi sergiledi.
İkincisi, Siyasal İslamcı ideolojiyi Kıbrıs’ta da sürdürme yolunu seçti: Suriye ve Mısır’daki yanlışı tekrarladı. Oysa Kıbrıs Türk toplumu bu konuda olağanüstü bir duyarlılığa sahiptir.
Üçüncüsü de, Kıbrıs Türk toplumu içinde, ‘bölünme ve kutuplaşmaya yol açtı’. Zaten federasyon ve Türk toplumu ve devleti zıtlaşması içindeki Kıbrıs’ta, sorunu çözeceğine daha da derinleştirdi.”
Sabrınızı zorladığım yazımı bitirirken 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı kararında imzası olan bakanlardan biri olarak, Erol Manisalı Hocanın saptamalarına aynen katılıyorum. Ekleyeceğim önemli yorumum: Yarım yüzyıldır çözülemeyen Filistin-İsrail çözümsüzlüğü nasıl ki yalnız Orta Doğuda değil, bölgeyle ilgisi olan biz dahil, çok sayıda ülke arasında da sorunlar (terör ve orta ölçekli savaşlar) yumağı olduysa, 1974’de zorunlu askerî müdahalesi sonucu çıkan Kıbrıs Sorununu, AK Sarayın iç politika hesaplarıyla tırmandırması, zaten yalnızlaşan Türkiye’mizin dış ilişkilerini çok daha zor ve girift duruma sokmuştur.