1968 kuşağının en önemli sloganı hiç şüphesiz “Tam Bağımsız Türkiye” idi. Bu sloganın dönem itibariyle Soğuk Savaşın dinamiklerine uygun olduğu söylenebilir. 20. yüzyıl ulusal kurtuluş mücadelelerine sahne oldu ve kendi kendine yeter ulusal ekonomilerin yer aldığı bir uluslararası ilişkiler paradigmasına sahipti. Dolayısıyla ülkelerin karşılıklı siyasi ve ekonomik bağımlılıkları minimal düzeydeydi. Bu kertede “Tam bağımsız Türkiye” sloganı da mantıklı bir koşullanmaydı. Dünyadaki uluslararası ilişkiler de monist bir yapıya sahipti. Bir yanda Sovyetler Birliği’nin liderliğini yaptığı “komünist blok” diğer yanda ise ABD’nin öncülüğünü yaptığı “kapitalist blok”. Ülkeler bu iki blokta konumlandılar. Güç paradigmaları günümüzdeki gibi karmaşık değildi. Kapitalizmin tüketim ilişkileri de ülkelerde içkinleşmemişti. Sivil inisiyatifler bu kadar gelişmemişti. Avrupa entegrasyonu da yeni yeni toparlanmaya başlamıştı. Kitle iletişim araçları yaygın değildi.
Robert Keohane ve Joseph Nye devletler ve toplumlar arasında “karşılıklı bağımlılık” adında bir tez ortaya attı. Bu teoriye göre Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ülkeler ve toplumlar arasında siyaset ve ekonomik anlamda bağımlılık artmıştır. Bu prosesin başlıca sebebi ise “küreselleşme” dir. Dünya siyasetine baktığımızda Keohane ve Nye’nin dediği şeyleri görebiliriz. Ticaretin olduğu ülkelerde politikalar paraya endeksli bir şekilde şekilleniyor. Dünyada artık tam bağımsız bir tane bile ülke yoktur. Kuzey Kore ve Küba gibi içine kapalı ekonomileri saymazsak. Amerika Birleşik Devletleri bile politika üretirken ticaret yaptığı ülkelerin politikalarına uygun biçimde davranmak zorunda kalıyor. Bugün ABD, Avrupa, Çin ve Rusya faktörünü dikkate almadan politika üretebiliyor mu? HAYIR… Veyahut parababalarının aleyhine işlere girişebiliyor mu? HAYIR… O halde ABD’de tam bağımsız değildir. Tam bağımsız ülkeler olacaksa dünyada ticaretin olmaması gerekir. Bütün ülkeler kendi ulusal ekonomilerini kurmak zorundadır. Yani kapalı bir ekonomik model. Bu da imkânsız bir şey. Günümüzde Kuzey Kore ve Küba gibi bir siyaset izlerseniz ise dışlanmanız kaderiniz oluyor.
Marksist paradigma ise “karşılıklı bağımlılık” ilişkisini sömürü düzeni ile açıklamaktadır. Onlara göre; merkez ülkeler çevre ülkeleri bu düzende sömürmektedir.
Doğru bir teşhis…
Peki ne yapmalı?
Devrim bu sorunu çözebilir mi?
Bana kalırsa çözebilir…
Ama hangi devrim?
Nasıl bir devrim?
Dünyamız günümüzde merkez ekonomilerin başat rol oynadığı ekonomik imparatorluklar sistemine evrilmiş durumdadır. Sosyalizm altın çağını yaşamıyor. Gündemden düşmüştür. Her ne kadar bazı Marksist düşünürler Marks’ın düşüncelerini revize ederek bu düşünceyi canlandırmaya çalışsa da Marksizm artık popüler bir düşünce değildir. Bilindiği üzere eskiden Marksist olmanın bir ağırlığı vardı ama artık bu durumdan bahsedemeyiz. Çağımız değişti. 1970’lerin romantik devrimciliğinden sıyrılmamız ve çağın koşullarına uygun şeyler üretmemiz gerekmektedir.
Velhasıl yeni şeyler söylemeli…