Tartışmanın konusu ilk olarak öğretim üyesi Mustafa Alıcı’nın kaleme aldığı “Dindar Değil Maneviyatçıyım: Postmodern Din Bilimlerinde Maneviyat-Dindarlık Tartışmaları” başlıklı akademik makaleden esinlenerek ele alınmıştır. Makalede geleneksel dindarlık eleştirilmiş fakat dinden de tam olarak kopulmamıştır. Postmodern maneviyatçılık retoriği altında daha ılımlı bir inanış biçimi insanlara salık verilmiştir. Ancak yazarın geleneksel dindarlık anlayışına getirdiği eleştiriler de önemlidir. Örneğin; yıllarca geleneksel dindarlığın etkisi altında kalanlar için kabul edilemeyecek eleştiriler vardır. Klasik dini inanışların demokratik çoğulcu yapıya uymaması ve ibadethanelerin kapitalist tüketim biçimlerine uygun biçimde “Disneylandvari” yapılara dönüştürülmesi gibi. Gerçekten de artık günümüzde cami, havra ve kilise gibi ibadethanelerde kafe, oditoryum vs eğlence mekanları hâline getirilmiştir. İbadethaneler sanal mabetlere hatta büyük alışveriş merkezlerine dönüştürülmüştür. Yazar normatif dinin kendisini mutlak doğru olarak görmesinden dolayı çok kültürlü anlayışa ters düştüğünü de iddia etmektedir. Tespitlerine katılıyorum… Zira bakıldığında dinin baskın biçimde rol oynadığı ülkelerde çok kültürlü ve çoğulcu toplumlara izin verilmemektedir. Yazar bu durumun panzehiri olarak “postmodern manviyatçılığı” önermektedir. Ona göre; bu anlayış dinin bireyler tarafından daha iyi kavranmasına ve içkinleşmesini sağlayacaktır. Bu anlayış; ritüellere mesafelidir. Onları alegorik bir unsur olarak görürken, evrensel değerlere inanır. Ama Tanrı inancından da uzaklaşamaz. Sorgulasa bile dönüp dolaşacağı yer yine “Tanrı”dır. Yazarın ütopik gördüğüm yanları da vardır. Örneğin; mezhepler ve dinler arasında kültürel alışveriş gibi. Yazarın dediğinin olması için dine inananlar arasında olağanüstü bir hoşgörü, kavrayış, benfarkındalığı olması gerekir. Bu da mümkün değildir. Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din” kitabında bahsettiği gibi tarih boyunca dinler arasında mücadele olmuştur. Dinlere zarar verenler ateistler değil, dinlere inananların kendileridir. Hz. Muhammet’in karşısında olan putperestlerinde kendilerine göre bir dini vardı. Hz. Muhammet ateistlere karşı savaşmamıştır. Başka bir dine inanlarla mücadele etmiştir. Tarih boyunca dinleri bir yana bırakırsak, aynı dinden olmasına rağmen o dini farklı yorumlayan mezhepler arasında bile yüzlerce yıl süren savaşlar olmuştur. Yazarın iddiaları bu gerekçelerle bana yeterince gerçekçi gelmemiştir.
Son tahlilde ritüellerin ve ibadethanelerin kutsanmadığı, evrensel değerlere inanan, çoğulcu bir din anlayışının olabilmesi için önemli olan unsur: “eğitim”dir. Öncelikle Tanrı da dâhil her şeyi sorgulayabilen bir zihniyetin var olması gerekir. Felsefe ise bunu sağlayabilecek bir bilim alanıdır. Ancak Şerif Mardin gibi düşün insanları felsefe yerine Doğu toplumlarında tasavvufu ön plana çıkarmıştır. Oysa bu bir yanılsamadır. Felsefe eleştirel düşünme sanatıdır. Örneğin; felsefe Tanrı’yı sorgularken baştan onun varlığını kabul etmez ama tasavvuf daha en başından itibaren Tanrı’nın var olduğunu kabul ederek işe başlar. Bu durum ise bilimsellik açısından yanlış bir yaklaşımdır ve felsefe ile tasavvuf bu yüzden bağdaşmaz. Yazarın öne sürdüğü bazı savlar mantıklı olmasına rağmen pratikte uygulanması İslam dünyası açısından son derece zordur. Çünkü İslam dünyası bir Rönesans ve Reform Çağı yaşamadı. İslam dünyasında Ortaçağ zihniyeti ile olay ve olguları çözümleyebileceğini sanan insanlar vardır. Örneğin; Süleymancılar, Nurcular, Menzilciler, FETÖ gibi tarikat-cemaat yapılanmaları hâlâ meselelere Ortaçağ gözlüğüyle bakmaktadırlar ve günümüzde bu yapılar birtakım çevreler tarafından desteklenmektedirler. Bu yapıların on binlerce müritleri var. Devlet içinde de önemli yerlerde bulunan insanları vardır. Sonuç olarak böyle bir ortamda “Aydınlanmış maneviyatçı veyahut dindar yetişmesi” imkânsızdır.