Cezaevinde hiç olmadığı kadar okuma fırsatı buluyorum. Belki de ”içeride” olmanın en kabul edilebilir yanı bu… Son dönemde daha önce okuyamadığım kıymetli Zülfü Livaneli’nin Serenad romanını özümseyerek okudum. Etkileyici hikayeye kendimi kaptırdım ve büyülendim. Ancak içeride içimize işlemiş siyasi-toplumsal meseleler olduğundan olsa gerek kitabın “Devlet” analizini Pascal üzerinden yaptığı kısmı özellikle defterime not aldım. Sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Serenad romanının kahramanı Maya; Alman Profesör Maximilian Wagner ile eşsiz hikayesini anlatırken “Musevi eşi” Nadia’nın yaşadığı zulüm ile kendi hikayesi arasında eşsiz benzeşimlerde kuruyor. Güncelliğini koruyan yapısal-kurumsal tespit ve analizler de yapıyor kanımca. Kitaptan aynen alıntılayarak ifade etmek gerekirse “…Auerbach kitaplarından birinde, gözüme onun bir denemesi çarptı. Pascal üzerine yazılmış bu denemenin adı “Kötünün Zaferi” idi. Auerbach’ın Pascal’dan alıntıladığı giriş bölümü beni çok etkiledi ve son günlerde çeşitli örneklerini öğrendiğim devlet zulmüne bir açıklama getirdi:
‘Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur; en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka birkarşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır. Adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir.
Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kalamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.’
Devamında Pascal’ın tüm devlet yapılanmasını “berbat” diye nitelediği yorumlarla Max’ın hikayesini ve sözlerini bağlıyordu roman kahramanı Maya Duran…Elbet ben Roman’la ve Pascal’ın devletin hangi tür yapılanırsa yapılansın berbatlıklarından kurtulamayacağı iddialarını tartışacak değilim. Ama “Kötünün Zaferi” ve “Devlet Zulmü” lafları üzerinde romandan başlayarak yapılan analizler ile Pascal’ın “güçlü-haklı”, “güçlü-adil” kıyaslamaları üzerinde hep beraber düşünmek zorunda olduğumuzu sanırım sizler de benim gibi aklınızdan geçirmişsinizdir.
Gerçekten de “adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir. Son 7-8 yılda giderek dozajı artan biçimde güçlü-haklı/adil dengesinin daha öncekinden çok daha fazla bozulduğunu uzun süre hissetmedik sanırım. Kurbağaların yavaşça ısıtılarak kaynatılabilmesi misali bizde de gücün uygulama dozajı hep az bir derece tolere edilebilir düzeyde arttırıldı. Birden yüklenilse tepki verilebilecek unsurları ürkütmemek gerekiyordu diye düşünülmüştür. Ağır ağır başladı, kısık ateş misali…
Çünkü son 2 yıla kadar bir “toplumsal rıza” üretme zorunluluğu ve bu toplumsal kabul/rıza ile kazanılabilecek bir seçim vardı. Seçim “ama şantaj, ama montaj, ama şu, ama bu…” da denilerek kazanılabiliyordu. Her şey denendi seçim kazanıldı! Ancak son 2 yıl gerek ekonomik denemenin(faiz sebep enflasyon sonuç diyen ben ekonomistim politikaları) yarattığı ağır tahribatın onarılamaması gerekse toplumdan büyük ölçüde kopulmuş olması nedenleriyle “toplumsal rıza” üretilemez hale geldi siyasi iktidar tarafından. Toplumsal rıza inşa edilemiyor ise o halde iktidarın sürekliliğini sağlayabilmek için ne yapmalıydı? Yeni sistemin sağladığı devletin bütün olanak (yasama-yürütme-yargı) güçlerinin tek elden kullanılmasına izin vermesi yada buna aşama aşama evriltilmesi bir fırsat olarak kullanılmalıydı diye düşünüldü sanırım! Devlet gücünün ürettiği “siyasi parti-devlet aygıtı” bir bütün olma hali de tek parti döneminde olduğundan ileri bir hale getiriliyordu yavaş yavaş… Böylece “siyasi iktidara karşı olanlar sanki devlet aygıtına karşı”ymış gibi lanse edilmeye ve haklı olsalar da devlete göre güçlü olmaları mümkün olmadığı için sırayla “içeri tıkılmaya” başladılar. Siyasiler, akademisyenler, belediye başkan ve yöneticileri, meclis üyeleri, organizatörler, sanatçılar, gazeteciler ve dahası her meslek grubuna gözdağı verilecek biçimde gözaltına alındı. Tutuklandı!..
Öğrencilere 19 Mart sonrası verilen gözdağı sadece kendileri değil aileleri üzerinden de “evlatlarınıza sahip çıkın, sokağa çıkarmayın yoksa cezaevi kapılarından toplarsınız” dendi. Kanaat önderi yada çok takipçili sanatçılara “susun, sesinizi çıkarmayın, organizatör de olsa sakın kimseye sahip çıkmayın, siyasi iktidar karşıtı siyasi söz, eylem içinde olmayın” dendi. Cezalar verildi. Tutuklananlar sağlık sorunları da ihmal edilerek sürdürüldü. Muhalif siyasete ağırlıkla CHP üzerinden orantısız bir güç ile tarihte görülmemiş bir güç kullanıldı. Peşin hükümler kuruldu. Cezalar peşinen çektirilir hale getirildi. Zafer Partisi lideri de, 4.5 milyon oy almış seçilmiş İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da, 10 ilçe belediye başkanı da tutuklandı. 2’sine kayyum atandı. Önce ağır(kısık ateş)te başlayan işlem artık son 3-4 ayda ateş harlanarak son hız kaynamaya döndürülmüş görünmüyor muydu?
İBB’nin yüzlerce yöneticisi gözaltına alındı. 60’a yakını tutuklandı. Ağır tecrit koşullarında yaşam, onur mücadeleleri verir halde bırakıldı. Önceki deneyimlerimiz bunların önemli bölümüne belki tamamına sonra devlet “pardon” diyecek de olsa peşin peşin 100 günü aşkındır cezaevinde… İlk tutuklama olan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer 220 günü aşkındır cezaevinde! İddianamelerin ortada olmayışından, nakillere, tecrit koşullarına kadar birçok hak ihlalini tartışmak mümkün. Bunlar güçlü/ adil dengesi kurulamadığından yaşanmıyor mu?
Güçlü/adil dengesinin kurulması bu 2018 sonrası kurulmaya çalışılan sistemle mümkün mü? Yoksa sistemin “denge-denetleme” araçlarının hemen tümünün ortadan kalktığı, Anayasal “yargı denetiminin” “araçsallaştığı” ve tutuklama dahil her tür istisnayı sıradan uygulama haline getiren bir yargı sürecinin günlük rutin haline geldiği bir dönemde haklının güçlüden hakkını alması ne kadar mümkün? Bunun süresi ne?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ancak olan bitenin en son ve en acı halkası gazeteci Fatih Altaylı’nın “tehdit” suçlamasıyla tutuklanması. Hukukun “olmayan”a da işletildiği bu son karar gazetecilere gözdağı olmasından çok daha fazlası. Olmayan bir suçtan suçlar birleştirilip yeni suç yaratılarak tutuklanmadı mı Altaylı? Hukuk’un hiç bu denli ağır ihlal edildiği bir dönem yaşanmamıştı diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Bizim görevimiz “haklı olanı güçlü kılmak”… Bu ancak ve ancak sandıktan rıza alınan güçlü demokrasilerde olur. Halkın bu kararı vereceğine ve tüm olanları sessizce de olsa vicdanlıca izlediğine inanıyorum. Gücü adalete vermenin, güçlü olanın adil olmasını sağlamanın zamanıdır. Bu ülke bu yurttaş bunu samimiyetle ve inançla gerçekleştirecektir.