Sami Selçuk: “İkiyüzlülük sıradanlaştı, şeref kavramı unutuldu”

Sami Selçuk: “İkiyüzlülük sıradanlaştı, şeref kavramı unutuldu”

Sami Selçuk, T24’te yayımlanan son yazısında “şeref” kavramını tarihsel ve hukuksal boyutlarıyla ele aldı. Selçuk, ikiyüzlülüğün Türkiye’de giderek sıradanlaştığını vurgularken, siyasette yaşanan örneklerin toplumsal ahlaka büyük zarar verdiğini söyledi.

Sami Selçuk, T24’te yayımlanan yazısında “şeref” kavramını tarihsel ve hukuksal boyutlarıyla ele aldı. Selçuk, ikiyüzlülüğün Türkiye’de giderek sıradanlaştığını vurgularken, siyasette yaşanan örneklerin toplumsal ahlaka büyük zarar verdiğini söyledi.

Selçuk, yazısına Napoléon’un, “Dünya kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların susmalarından acı çekmektedir” sözleriyle giriş yaptı. Bu sözün hukukçular için uyarıcı nitelikte olduğunu belirten Selçuk, “Hukukçunun susması, adaletin susmasıdır” dedi.

Sami Selçuk'un yazısı şöyle:

Ülkemizde sık sık yaşanan ve bireyselliği aşıp topluma da yansıyan bazı olayları, “işlevsel açıklamalar”la ya da bir tür indirgemecilik olan “metodolojik bireycilik”le gün ışığına çıkarmak çok güçtür.

Çünkü yaşananlar, genelleştirilemeyecek biçimde bizim insanımıza ve toplumumuza özgüdür; çağdışılığın ve yavanlığın yansımalarıdır. 

Nitekim T24’te yayımlanan “Hukuk Düzeninde Geldiğimiz Nokta” (14 Ağustos 2025) başlıklı yazımda toplumumuzda yaygın ve kınanası bir ahlak dışılığa 1960 darbesiyle birlikte tanık olduğumuzdan söz etmiş ve gerçekten, demiştim, bu darbeden bir gün önce Yedek Subay Okulu’nda dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek, üstüne üstelik iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyen subayların hemen hepsinin, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilerek düşürülen iktidara sövdüklerine tanık olmuş ve şu tanıda bulunmuştum: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.

Yıllarca sonra bugünlerde bu yazının yayımlanmasından 24 saat bile geçmeden bütün Türkiye halkı, iktidardan yana olanları bile tiksindiren, yüzleri kızartan bir olaya tanık olmuştu.

Ayrıca olay, sadece tiksinti verici değil; iktidar ve muhalefet için, kişilik ve ahlak anlayışımız açısından son derece düşündürücüydü.

Çünkü uzun süre bir partisini milletvekili ve belediye başkanı olarak temsil eden bir bayan, veriler göre kendi partisinin iktidara koştuğu ileri sürülen, bu yüzden de hiç umulmadık bir zamanda iktidar partisine geçmişti. Basın, bu geçişin kişisel yararlardan kaynaklandığını yazıyordu.

Vaktiyle aynı kişinin iktidar partisi ve başı için söylediklerini düşününce, bu geçişin gerekçesi ne olursa olsun, herkes şaşırmıştı buna. Olasılıkla iktidar partisinde olanlar bile.

 Hatta geçtiği partinin başkanı bile şaşkındı. Televizyon kanallarında parti değiştiren milletvekiline ve belediye başkanına bakışından belliydi, bu.

Ancak ben, hiç şaşırmadım. Çünkü çok yaşadım bu türden ilkesizlik örneklerini.

Unutulmamalıdır ki, tarihte her dönemin adamı olanlar vardır.

Sözgelimi, ééon’un yalancılığıyla ünlü Dışişleri Bakanı Talleyrand (1754-1838) bunlardan biridir. Napoléon’un “Siz ipek çorabımda bir pisliksiniz (kaka)” diyerek onu küçümsemesi ve aşağılaması, yalnızca tarihlere değil, sözlüklere bile geçmiştir (Örneğin, Robert, Paul, Dictionnaire Alphabétiqe et Analogique de la Langue Française, Paris, 1973, s. 1073). Çünkü Talleryand, söylediklerinin tersi bile yalan olduğuna inanılan bir bakandır. Bu yüzden Avusturya Başbakanı Metternich (1773-1859), “Talleyand ölmüş”’ dediklerinde verdiği yanıt çok anlamlı, bu yüzden de çok ünlüdür: “Mutlaka yine bir hesabı vardır.”   

Dönemin bakanlarından Joseph Fouché ise, ikiyüzlülüğüyle bu tabloyu tamamlamıştır. Bu yüzden François-René de Chateaubriand (1768-1848), İmparatorun yanına girerken Talleyrand ile Fouché’nin çıktıklarını görünce, “Ben içeri girerken yalancılık ile ikiyüzlülük, İmparatorun yanından kol kola çıkıyorlardı” diye yazmıştır, unutulamaz yapıtında.

Fransız ihtilali döneminin ve hemen sonrasında bütün güç odaklarında yer alan ikiyüzlü, yasaların ve insanlığın “kalleş” diyerek andığı Brutus’un öz kardeşi Joseph Fouché’yi (1759-1820), Fransa’da herkes bilir.

O, 1789 États généraux’nun özgürlükçü ve ılımlı “Jirondin”ler ile Robespierre’in önderliğindeki cumhuriyetçi ve köktenci radikal “Jakoben”ler çatışmasında bu berikilerin yanında yer almış; Fransız Devriminin Terör Dönemi’nde (1793 ve 1794 yılları), 16 bin ila 40 bin kişiyi giyotine göndermiş, Valmy zaferinden sonra Eylül 1792'de Cumhuriyetin ilanında ve 1793'te Kral Louis XVI, ardından Kraliçe Marie-Antoinette’in ölüm cezalarının yerine getirilmesinde rol almış biridir.

Joseph Fouché, şaşıracaksınız, ama aslında papaz okullarında yetişmiş bir öğretmendir. O, 1792'de milletvekili olmuş, ceketinin cebine bir gün önce koyduğu ve kralın “affı”nı isteyeceği yazısıyla kürsüye çıkmışsa da, sonucun Jakobenlerin istediği doğrultuda çıkacağını kestirince bir çırpıda saf değiştirmiş “La Morte” (ölüm) diye haykırarak oy kullanmıştır. Kral yanlısı ayaklanmalar karşısında kanla temizleme eylemlerinde bulunmuş, Lyon'da 1.600 kişiye ölüm cezası verilmesini sağlamış, bu yüzden kendisine “Lyon Kasabı” denmiş, daha önceleri desteklediği Robespierre'in yönetimden uzaklaştırılmasını sağlamış, 1799'da Konvansiyon Başkanı P. Barras'ın yardımıyla polis örgütünün başına geçirilmiş, oluşturduğu geniş ajan ve muhbir ağını Napoléon'un hizmetine sunmuş, örgütünü kendi çıkarları için kullanmış, 1809'da Otranto Dükü olmuştur.

Joseph Fouché’yi en iyi anlatan yazar, kuşkusuz Stefan Zweig’dır (1881-1942). Ona göre, Fouché demek, politik rüzgârın yönünü kestirme, çıkarcılık, döneklik, ikiyüzlülük, güçlünün kim olduğunu kestirmek, kısaca Makyavelcilik demektir.

Özetle Joseph Fouché, Fransız Devrimi’nin en kanlı günlerinde siyaset rüzgârı yön değiştirince, infazları bile durduran, Jakobenlerin üzerine giden ve iz bırakmamak için idamları gerçekleştiren cellatları bile öldürten, sıradan bir din adamı iken devrimcilere katılıp kiliseleri yakan, rahipleri giyotine gönderen, yakın dostu Robespierre’in ilkin yanında, sonra da onu giyotine gönderenlerin yanında yer alan, kendisini var gücüyle Napoléon’un yükselmesine adayan, Waterloo yenilgisinden sonra Kral XVIII. Louis’ye sığınıp bir bakanlık bile kapan, yeri geldiğinde komünistlerin ve ateistlerin en azılısı olan, Napoléon yükseldiğinde cumhuriyetçi gömleğini çıkarıp monarşist olan, yenildiğinde ise Kral XVIII. Louis’ye  sığınıp karşısına çıkan bir hain, Napoléon Elbe’den kaçınca yeniden onun hizmetine giren, Waterloo yenilgisi üzerine önce, kendisi için “tanıdığım en kusursuz dönek”diyen Napoléon’a, daha sonra da  Krala, en sonunda da İtalya’ya sığınan, ateist olmasına rağmen ölümünden önce rahip çağırarak kutsal yağla kutsanmasını isteyen, özetle Stefan Zweig’ın dediği gibi, “İhanet etmeye o kadar alışmış ki, sonunda ihanet edecek birini bulamayınca kendine ihanet eden,” yeri geldiğinde komünist olup soyluların mallarını yağmalayan ve sonra da Fransa’nın en zengin ikinci adamı olan, tarihin gördüğü en güvenilmez, tiksindirici bir kalleştir.

Özetle o, tarihin gördüğü en çirkin bir ikiyüzlülük oyuncusu alçak, Zweig’ın anlatımıyla bir “ihanet dâhisi”dir.

Hiçbir zaman asla yenilenlerin, yitirenlerin yanında yer alacak kadar mert biri olmamıştır, olamamıştır.

Ülkemize gelince, son yıllarda Türkiye’miz de, ne yazıktır ki, ''Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan'' diyen Pir Sultan Abdal yoldaşlarının ülkesi olmaktan çıkmış, Fouché’lerin ülkelerine dönüşmeye başlamıştır.  

Oysa bildiğimce, yaratıcıdır, Türk insanı. “Yaratıcı ise, haz uğruna çalışan biri değildir. Mutlaka ihtiyaç duyduğu şeyi yaratır” (Deleuze).

Öte yandan “Ağır ağır ölür şereflerini (özsaygıların)ı ağır ağır yok edenler” demişti, bir şiirinde Pablo Neruda.

Elbette doğru bir belirlemeydi, bu.

Bu yüzden ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, ülkemizi yönetenler, attıkları her adımda halkımızın en küçük kesimini bile dışlayamazlar. Nitekim bu nedenlerle bütün demokrasilerde olduğu gibi krallar, özellikle de cumhurbaşkanları, böyle bir anlayışla yansız ve nesnel (objektif) davranacakları konusunda insanı insan yapan ve kimilerince saygı gösterilmeyen birine bile saygıyı zorladığı için insanı öbür canlılardan ayıran “ŞEREF” (özsaygı, onur, amour propre, amor proprio, auto estima) değeri ve bu değeri yönettiği halk için güvence kılarak “laiklik” üzerine ant içerler.

Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası şöyle demektedir: İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Hukukta bu kuralın adı, “sonsuzluk, ebedilik kuralı”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363). Çünkü bu madde, insanlığın yüz karası Hitler çılgınlığıyla her Alman’ın şerefini, insanlığını yerle bir eden, vicdanları yıkanamaz duruma getirerek kusturan Polonya’daki Trebilinka, İspanya’daki Auschwitz, Yunanistan’daki Haydari alçaklıkları gerçeğinden esinlenmiştir. Bu nedenle söz konusu madde, özünde Yaşar Kemal’in dediği gibi, dört kitapta bile asla yeri olmayan yıkım ve alçaklıklara bundan böyle hiçbir insanın destek olmamasını, olursa o destekçilerin üstüne gidilmesini buyuran bir hükümdür.

Tam bu noktada bir ayraç açmakta yarar vardır.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref," yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, değer yargılarını sergileyen toplumsal bir kavramdır

Arapçadan aldığımız "şeref" sözcüğü ve kavramı üzerine hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.

Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün; övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir. Şeref, kişinin kendi öz nitelikleri ve erdemleriyle ilgili ise "şeref-i zâtî"; konum ve rütbesiyle ilgili ise "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" olarak adlandırılmıştır. Bundan başka sözgelimi, "şeref-ül mekân bi'l-mekin" sözünün anlamı ve insanlara ulaştırdığı ileti çok düşündürücüdür: "Oturulan yer, şerefini orada oturandan alır" (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara, 1986, s. 1186; Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2006, III, s. 2937).

Bu yaklaşımlar elbette bütün toplumlarıda geçerlidir. Gerçekten her toplumda, özellikle de Batı toplumlarında geçerli olan hukuk düzeninin dışında ahlak anlayışının da odağında yer alan "şeref" kavramının kökleri ve kaynakları, Eski Yunan felsefesine değin uzanmaktadır. Eski Yunan'ın kent devletlerinde toplumsal konumla ilgili olarak şerefli duruş, soylulara özgü en yüce değer sayılmıştır (Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, İstanbul, 2011, s. 18).

Bu nedenlerle "Sorgulanıp eleştirilmeyen yaşam, yaşanmaya değmez" diyen; insanı, kendisine ve başkalarına akılcı bir soru sorulduğunda akılcı yanıtlar verebilen "sorumlu" bir varlık, bir ahlak ve hukuk öznesi olarak algılayan Sokrates (Ernst Cassirer, (Necla Arat), İnsan Üstüne Bir Deneme, İstanbul, 1997, s. 20), ilkelerinden ve şerefinden asla hiç ödün vermemiş; ölüm cezasına hüküm giydiği zaman bile, yargılamanın adil olmadığına inanmasına karşın, devletin yasalarına uymak gerektiğini belirterek, kendisine verilen baldıran ağısını duraksamadan içmiştir.

Ayraç içinde belirtmek gerekir ki, Melih Cevdet Anday, "Felsefe" sözcüğünün Yunanca "sevgi" (philia) ve "bilgi/bilgelik" (sophia) sözcüklerinin birleşmesinden oluştuğu, "bilgi/bilgelik sevgisi" demek olan ve Türkçede bu anlamda kullanılan "felsefe" ya da "filozofi" (philosophie) sözcüklerinin doğru olduğu; buna karşılık düşünür, felsefeci anlamında kullanılıp, "z" harfiyle yazılan "filozof" sözcüğünün doğru olmadığı, zira Yunanca "zophus" sözcüğü "karanlık" anlamına geldiği için filozof sözcüğünün zorunlu olarak "karanlık seven, karanlık sever" anlamına geleceği, "bilgi seven, bilge sever" anlamına gelmeyeceği, dolayısıyla "filosof" olarak yazılması gerektiğini, haklı olarak, ileri sürmüştür (Melih Cevdet Anday, En Önemli İş, Cumhuriyet, 30 Eylül 1994).

Ayracı kapatıp konumuza dönelim ve şu olay asla unutmayalım: İmparator Neron'a suikast düzenlediği iddiasıyla yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldığı zaman kendisine cezanın yerine getirilme biçimini seçme olanağı tanınması, ancak vasiyetnamesini yazması için zaman verilmemesi üzerine, son anında yanında bulunan eşine ve çocuklarına dönerek "Üzülmeyin, size akçalı zenginliklerden daha değerli bir şey bırakıyorum: Şerefli ve erdemli bir yaşam" demiştir (Cemal Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara, 2008, s. 341).

Aynı nedenlerle pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler ve kurnazlıklar, insanın kendisine saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılarak Batı tarihinde en büyük kınamaların konusu olmuş ve Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref, insan saygınlığı (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Jean François Renucci, Droit européen des droits de l'homme, Paris, 2001, s.1).

Ayrıca unutulmamak gerekir ki, şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri" ya da "yaşam hakkı"yla özdeş düzeyde sayılmıştır. Bu yüzden düello, yüzyıllarca şerefi kurtarmanın bir yöntemi olarak benimsenip kurumlaşmıştır. Bilindiği üzere düello, iki kişi arasında toplum önünde şerefi kurtarmak amacıyla belli kurallar çerçevesinde öldürücü silahlarla yapılan bir dövüştür. Batıda düellonun suç olarak benimsenmesi ve yasaklanması çok sonraları olmuştur. Sözgelimi, düello Fransa'da 1547'de, İngiltere'de 1819'da yasaklanmıştır. Ancak bu yasağa karşın düelloya daha sonraki dönemlerde de rastlanmaktadır. Düelloya kurban giden ünlüler arasında, 1832'de henüz 21 yaşında iken öldürülen ve kendi adıyla anılan bir kuramın sahibi Matematikçi Evariste Galois; 1841'de 27 yaşında iken öldürülen Rus yazarı Lermontov; 1857'de 49 yaşında iken öldürülen Rus yazarı ve ozanı Puşkin de bulunmaktadır.

Şerefli olmanın, mertliğin ve erdemin simgesi ve yansıması olarak görülen düello, Batının ahlaka yaklaşımı doğrultusunda uzun süre uygulamada kalırken, yukarıda da belirtildiği üzere, beynin bencil düşünmesinin ürünü ve dolayısıyla özünde ahlaksızlığın bir izdüşümü sayılan kurnazlık, kalleşlik, ahlaka aykırı görülmüş, hiçbir zaman bağışlanmamıştır. Bunun en çarpıcı örneği, Sezar'ı MÖ 44 yılında kalleşçe öldüren Brutus'tur. Tarih, acımasız, eli kanlı, buyurgan Sezar'ı bağışlamış, ama kalleş ve kurnaz Brutus'u asla bağışlamamıştır.

Bu konuda bir başka örnek de şudur: ABD tarihinde yağma, tren soygunları ve sayısız insanı öldürme gibi birçok suç işleyen ünlü haydut Jesse James, duvarda asılı tablonun tozunu almak ve eğriliğini düzeltmek amacıyla sandalyeye çıktığı sırada, başına konan ödülü almak için bu fırsatı kaçırmayan arkadaşı Robert Ford tarafından 3 Nisan 1882 tarihinde arkadan silahla vurularak kalleşçe öldürüldüğü zaman, Amerikan toplumunun tepkisi, yine bu ahlak anlayışı doğrultusunda olmuştur. İnsanları acımasızca öldüren, soygunlar yapan, devletçe başına ödüller konan haydudun bu biçimde öldürülmesini Amerikan halkı, mertçe ve insanca bulmadığından asla sevinememiş; Robert Ford'u da bu yüzden bağışlanamaz bir şeref ve ahlak yoksunu olarak görmüş, onu yıllarca kınayıp durmuştur.

Buna karşılık Jesse James, Amerikan tarihinde efsaneleşmiş, hakkında kitaplar yazılmış, yaşamı yirmileri bulan filmlere konu olmuştur.

Bu açıdan Adorno'nun 7 Mayıs 1963'te ahlak felsefesi üzerine verdiği ilk dersinde söylediği şu sözler çok düşündürücüdür: "…kafanıza taş atacaksam bunu en baştan söylemiş olmam, size ekmek dağıtacakmışım gibi bir yanılsama yaratmaktan daha iyidir" (Ahlak Felsefesinin Sorunları, Hazırlayan Thomas Schröder, (Tuncay Birkan), İstanbul, 2012, s. 12).

Sanırım bütün bu sözler, kurnazlığın, ikiyüzlülüğün, arkadan vurmanın bencilce bir ahlaksızlık olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Doğu toplumlarında ve, ne yazık ki, bizde kurnazlık, zekânın bir göstergesi, övünülesi bir duruştur. İnceleyiniz. Doğu toplumlarının saraylarında sultanları, padişahları nabza göre şerbet vererek dinlendiren dalkavuklar, soytarılar vardır. Batı toplumlarında tekil anlatımla soytarılık diye bir mesleğin bulunup bulunmadığını ben bilmiyorum. Ama şunu iyi biliyorum: Başkan Einsenhower, Beyaz Saray'da dönemin üç büyük düşünürünü, kendi başarılarını övmeleri, yaltaklık etmeleri için değil, her sabah bir gün önce hangi yanlışları yaptığını söylemeleri için görevlendirmişti.

İşte bu Batı anlayışına göre, kaynak yasalarda "kalleşçe, arkadan vurmak suretiyle" (İtalyanca brutalità, Fransızca brutalité) anlamlarına gelen sözcük, bir hukuk kavramına dönüşmüş, Türkçe yasalara "canavarca duyguyla" olarak aktarılmıştır. Haksızlık içeriği ağır olduğundan işte bu kalleşçe insan öldürme, sıradan insan öldürmeden daha ağır sayılmış ve nitelikli insan öldürme suçu olarak birçok yasada ve Batı'dan aktarılan bizim Türk ceza yasalarında yerini almıştır (TCY, m. 82[1]b, Eski TCY, m. 450/3, İtalyan 1889 CY, m. 366/3, İtalyan 1930 CY m. 577/4, [61/1], Fransız 1810 CY, m. 303. Ayrıntılı bilgi için bk. Sami Selçuk, Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415 vd.).

Bu arada belirtelim ki, Schopenhauer'ın "Şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur" biçimindeki değerlendirmesi elbette çok acımasızdır.

Ancak doğru ise, o kadar da çok düşündürücüdür.

Yine düşündürücü olan bir başka nokta da, Arapça üst bir kavram olan şeref sözcüğünün Türkçede tam karşılığının büyük olasılıkla bulunmamasıdır. Belki ulaşamadığımız kaynaklarda ya da tarama sözlüklerinde vardır. Bulan olursa kendimizi ona borçlu sayarız. Eğer yoksa unutmayalım ki, bu sözcüğün karşılığı olarak kullanılan "onur" sözcüğü, Türk diline İtalyancası "onore" olan Fransızca "honneur" (İngilizce ve İspanyolca honor) sözcüğünden Kırım Savaşı sırasında on dokuzuncu yüzyılda girmiştir (İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref", yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini sergileyen toplumsal bir kavramdır.

Türk Ceza Yasası da "şerefe karşı suçlar"ı aynı kaygıyla düzenlemiş ve insanı aşağılamayı (hakaret) suç saymıştır. Bu durumu da gerekçesinde çağcıl hukukla tutarlı bir biçimde açıklamıştır: "Hakaret eylemlerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuksal değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer bireyler nezdindeki saygınlığıdır".

 Bu değeri aynı doğrultuda koruyan hukuk öğretisi de, cins (genus) olan şeref kavramını iki türe (species) ayırarak ele almaktadır. (Sahir Erman/Çetin Özek, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul, 1994, n. 330; Ayhan Önder, Şahıslara ve Mala Karşı Cürümler ve Bilişim Alanında Suçlar, İstanbul, 1994, s. 221, 222; Durmuş Tezcan/Mustafa Ruhan Erdem/Murat Önok, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2017, s. 566, 567; Mahmut Koca/İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku, Özel Hükümler, Ankara, 2018, s. 469, 470).

Birincisi, kişinin kendi tinsel varlığı hakkında beslediği kanı ve kişisel değerlendirme anlamında öznel, bireysel olan "iç şeref"tir. Kişinin kendisi karşısında duyduğu saygıyı anlatan bu sözün karşılığı, bizce Türkçemizde kullanılan ve yine Arapça'dan alınan "izzet-i nefis" sözüdür. Bu sözün karşılığının Arapçada yukarıda değinilen "şeref-i zâtî"; Batı dillerinde ise, (sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancada) "respect de soi, amour de soi, self love, amor proprio, amore proprio" sözleri olduğunu düşünmekteyiz.

İkincisi ise, kişiye karşı başkalarının, toplumun beslediği kanı, değerlendirme anlamında nesnel, toplumsal, değer biçici (normatif) "dış şeref" olup Türkçede karşılığı "saygınlık"; bunların Arapça karşılıkları ise kanımızca Türkçemizdeki "haysiyet" ya da "itibar"dır. Ancak Arapça asıl karşılığı, yine yukarıda değindiğimiz gibi, konum ve rütbeyi dillendiren "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" sözleri olmak gerekir. Bu sözlerin başlıca Batı dillerindeki karşılıkları da, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak "réputation, reputation, reputación, reputazione" sözcükleridir.

Biz, şeref karşılığı olarak "özsaygı" terimini ve hukuk dilinde "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" ayrımını benimsemekte ve önermekteyiz. Merhum Püsküllüoğlu, "şeref" sözcüğünün karşılığı olarak, nedense Türkçe olmayan "onur" sözcüğünü benimsemiştir. Ancak bununla da yetinmemiş, onur sözcüğünün yanı sıra "erdem, yükseklik, yetenekle elde edilmiş iyi ün" sözlerine de yer vermiştir. Merhum yazar, "onur" kavramını da şöyle açıklamıştır: "Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer. Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık". Bu açıklama, bizce "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" terimlerini kapsamaktadır. Öte yandan Püsküllüoğlu, "özsaygı" terimini de kullanmakta ve aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: "Kişide, kendi kişiliğini alçalmaktan insanı alıkoyan ve başkalarının kendini alçaltmalarını hoş görmeyen duygu, kişinin özüne, kişiliğine beslediği saygı" (Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 1333. 1381, 1623).

Daha önceki "onur", "şeref" kavramlarının açıklamasıyla birlikte ele alındığında Püsküllüoğlu'nun bu son açıklaması, bizce "şeref" sözcüğünün karşılığı olan "özsaygı" teriminin yetkin bir tanımıdır.

Bu konuda son olarak şunu de eklemek gerektiğini düşünmekteyiz: Ben, Türk Dil Kurumunun "Türkçe Sözlük" ve yazım kılavuzlarına karşın, Merhum Püsküllüoğlu gibi, "özsaygı" sözcüğünün yazımının bitişik olduğu görüşündeyim. TDK, 2013 yılında "selfie" karşılığında önerdiği "özçekim" sözcüğünün bitişik yazımını benimsemiştir. Yine Türk Dil Kurumunun yayımladığı "Türkçe Sözlük"te de sırasıyla "ototrof, mazoşist, otomasyon, narsist" sözcüklerinin karşılıkları olan "özbeslenme, özezer, özişler, özsever" sözcükleri bitişik biçimde yazılmıştır.

Büten bu bilgilerin ışığında şunları söylemek olanakladır. Her şeyden önce hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur.

Bu konuda sık sık dile getirilen yaşanmış bazı örnekleri bir kez daha anımsatmak isterim.

İsveç Sosyal Demokrat Partisinin eski genel başkanı Bayan Mona Sahlin, 1995’te Ingvar Karlsson hükümetinde başbakan yardımcısıydı. Olof Palme okulundan yetişmiş bu genç ve parlak politikacı, geleceğin başbakanı olarak görülmekteydi, düşünülmekteydi. Ne var ki, günün birinde Sosyal Demokrat Parti’de yıldızı parlayan Bayan Sahlin hakkında beklenmedik bir gelişme yaşanmış, Expressen gazetesi, Sahlin’in devletin kendisine verdiği kredi kartıyla özel harcama yaptığını kamuoyuna duyurmuştu.

Gerçekten İsveç SDP genel başkanı Bayan Mona Sahlin, devletin kendisine sadece resmi alışverişlerde kullanılmak üzere verdiği kredi kartıyla, savunmasına göre, ayrımında olmadan tutarı altı İsveç Kronu tutan Toblerone çikolatası almıştı.

İşte bu olayın basına yansıması üzerine, aynı hafta içinde meclisteki odasına gelen maliye müfettişleri, Sahlin’in yazılı savunmasını ve çikolatanın tutarını yasal faizi ile birlikte kendisinden almışlardı. Sahlin ise, aslında devletin kendisine verdiği kredi kartıyla yaptığı bütün harcamanın tutarını hemen hazineye ödemişti. Ancak konu bir kez basına, kamuoyuna yansımış; Savcılık da, soruşturma başlatmış, ayrıntılı bir iddianameyle Sahlin hakkında dava açmıştı.

Açık yargılama sonucunda hazineden aldığı parayı ödediği, suç oluşturan eylemini ve yanlışını başından sona değin itiraf ettiği için Sahlin aklanmışsa da bir kez ok yaydan çıkmıştı.

Dolayısıyla Sahlin, görevinden hemen ayrılmış, politikadan bile çekilmişse de, bu dava, İsveç tarihine “Toblerone Çikolata Davası” olarak geçmiştir.

Sahlin, yargılama erki önünde aklanmış biri olarak, yıllar sonra 1998’de siyasete geri dönmüş, 2006 yılına değin kurulan hükümetlerde çeşitli bakanlık görevlerini üstlenmiş, 2006’da da Sosyal Demokrat Par-tinin yapılan genel seçimi sonrasında hükümet dışı kalması ve parti başkanı Persson’un çekilmesi üzerine genel başkan seçilmiştir.

Bu arada Sahlin, Halkın “devlette dürüstlük” çığlıkları üzerine siyasetten çekildiği dönemde, hiçbir işi küçümsememiş, kızının otelinde bir süre temizlik işçisi olarak çalışmış; iş ahlakı konusunda insanlığa âdeta unutulamaz bir ders vermiştir.

Daha önceleri de yazdığım bir başka örnek ise, özünde hem bir şeref örneği, hem de bir dramdır.

Ukraynalı Menşevik bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelen işçi kökenli Pierre Bérégovoy (1925-1993), hukukçu, sosyalist bir siyasetçiydi, birçok bakanlıkta bulunduktan sonra 1992’de Başbakan olmuştu.

Bu görevini yürütürken Başbakan Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan bir daire satın almış; dostu kendisinden faiz almamıştı. Bunu öğrenen bir kesim basın ise, bu olayı bir çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.

Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaşınca da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kafasına ateş etmişti.

Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra baygın olarak bulmuşlar; bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy, kurtarılamamıştı.

Bérégovoy, basının o suçlamasından belki kurtulamamıştı, ancak başbakanın yaşamından daha çok önem verdiği şerefini kurtardığı açık ve kesindi.

Ülkemizde bunlara benzer olaylar, pek yaşanmamıştır.

Ancak TBMM’nin on altıncı yasama döneminde boşalan beş ilde milletvekilliği için 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerini, -evet, genel değil, ara seçimlerini- muhalefetin kazanması üzerine, 1977 seçimlerinden sonra, en büyük partinin başkanı olarak hükümeti kuran Başbakan Ecevit, TBMM’de çoğunluğu olmasına ve yandaşlarının karşı çıkmalarına karşın, halkın iletisine ve çoğunluğa dayanan demokratik anlayışa saygı duyarak tersi telkinlere kulak asmamış, hemen görevinden ayrılmış; geleceğin siyasetçilerine çok önemli bir demokrasi ve ahlak dersi vermiştir.

Ayraç içinde belirteyim ki, Merhum Ecevit’in dinsel inançları ve ahlak anlayışı konusundaki düşüncelerini, çokları gibi, ben de bilmiyorum. Ancak sanırım başbakanlık konutuna taşındığında onun kendi aşçısına söylediği şu sözler Başbakanın ahlak ve dürüstlük anlayışını anlatmaya yeterlidir: “Evladım, burası benim evimdir. Devlet de bana maaş veriyor. Bütün yediğimizin, içtiğimizin parasını benden alacaksın. Sakın ola, devletin tek zeytin tanesi bile boğazımızdan geçmesin. Ben de çok dikkat edeceğim, ancak sizden bu konuda çok hassas olmanızı rica ediyorum.

O aşçı, bu sözlerine ayrıca şunları da eklemiştir: “Bir gün kahvaltı yapılacak, ama peynir yok. Her nasılsa ihmal etmişiz. Bizzat kendisinden peynir almak için para istedim. Bütün ceplerini karıştırdı, ama para çıkmadı. Rahşan Hanım, bir tasın içinde, o zaman iki buçuk lira vardı, buldu verdi... Gözyaşlarıma engel olamadım.” (Parlak, Mesut, Ülkem ve Eşit Yurttaşlık, Sözcü, 09 Mayıs 2025).

Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların susmalarından, sessiz kalmalarından acı çekmektedir.

Hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur.

Olamaz da.

Bu konuda özür dileyerek kendimden bir örnek vermek isterim.

Bu yüzden ben, dünya görüşüne hiç ama hiç katılmadığım halde, sanık R. T. Erdoğan hakkında verilen hukuka aykırı hükümlülük kararına, “hukuk der” (juris dictio) ki diyerek, asla sesiz kalmamışımdır (Selçuk, Sami, Yargının “Hukuk Sınavı / Türkiye’nin Demokrasi Sınavı,” Ankara, 2002).

Bunu kendisi de çok iyi bilir. Zira bu konuda yayımladığım kitap nedeniyle bana teşekkür etmiştir.

Çünkü HUKUKUN KARŞISINDA KİMLİKLER SUSAR, efendiler.

Nitekim kolayca anlaşılacağı üzere, bu yazıyı da, asla ikiyüzlü davranmadan, sadece hukuka olan saygım yüzünden, “hukuk der ki” diyerek yazdım, yazıyorum.

Yazmasam çok utanırdım. Çünkü insan, bir düşünürün dediği gibi, “yanakları kızaran bir yaratıktır.”

Yeter ki, gerçekten doğru dürüst bir insan olsun.

Peki, ülkemizde “yanakları kızaran”lar, hiç yok mu?

Elbette var.

Ancak, bilmem hiç düşününüz mü?

“Şeref” sözcüğü, evet, ahlak felsefesinin bu teriminin ve kavramının ana dilimi Türkçemize hiç karşılığı yok.

Onu ciddiye almayışımızın nedenlerinden biri de belki budur, kim bilir!?

Evet. Bunları hiç düşündünüz mü?

Bu yüzden ben, yukarıdaki örnekleri gözeterek, daha önce de değinildiği üzere,  “şeref” sözcüğü yerine “özsaygı” terimini önermiştim (Türk Dili Dergisi, Şubat 2019, s.5-9  ve [email protected], 01 Haziran 2021).

Umarım, biz Türkler bir gün bu çok önemli Arapça sözcüğün yerine herkesin benimseyeceği bir terime ulaşır ve iletisine kavuşuruz

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.