Necati Özkan: Seçimle gelen seçimle gitmek istemiyor!
Ekrem İmamoğlu’nun danışmanı ve kampanya direktörü tutuklu Necati Özkan, “Bugüne kadar şahit olmadığımız ölçüde büyük bir dip dalganın kabardığı anlaşılıyor” dedi ve seçimle gelenin seçimle gitmek istemediğini söyledi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik iki ayrı soruşturma kapsamından tutuklanan İBB Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun kampanya direktörü ve danışmanı Necati Özkan BirGün’ün sorularını yanıtladı.
Kocaeli Kandıra F Tipi Cezaevi’nde tutuklan Özkan, Türkiye’de “Alacakaranlık dönemi” ifade ettiği bir ara dönemin yaşandığını vurgulayarak, “Araştırmalara göre ülke nüfusunun yüzde 80’ninden fazlası casusluk iddiasının siyasi gerekçelerle ortaya atıldığını düşünüyor. 75 yıl boyunca CHP’nin ‘Tek Parti Rejimini’ eleştirmişsiniz ama sonunda ‘Tek Adam Rejimi’ne gelmişsiniz… İktidarın niyeti ve planı açık: İmamoğlu’nu asla aday yapmamak. Öte yandan müesses nizamın da tüm çabası bu yönde” ifadelerini kullandı.
ÜLKENİN YÜZDE 80’İ İNANMIYOR
İBB soruşturması kapsamında tutuklandınız, ancak, sonrasında casusluk iddiasıyla yürütülen soruşturma toplumda bir şaşkınlığa neden oldu. Böyle bir suçlama size de sürpriz oldu mu? Ve bu suçlamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
19 Mart öncesi aleyhimde verilen tedbir kararı, gözaltına alma kararı ve tutuklama kararı aşamalarında gerekçeler sürekli değiştirildi. En başta “Kamu kurum ve kuruluşlarının ihalesine fesat karıştırmak; Edimin ifasına fesat karıştırmak; Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak; 3628 sayılı kanuna muhalefet ve rüşvet almak” ile suçlanırken, Emniyet ve Savcılık ifadelerinde tüm bu iddiaların doğru olmadığı açığa çıktı. Üstelik de savcılığın soruşturma dosyasına eklediği HTS kayıtlarıyla. 23 Mart’ta tutuklanırken ise geriye iki iddia kalmıştı: Örgüt üyeliği ve rüşvet vermek! Daha önce olmayan bu iki iddia, benim konumuma ilişkin ilk değişiklikti. Olsa olsa diye ortaya atılmış ithamlardı.
Oysaki ben Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyalarını dışarıdan profesyonelce yönetmiş bir iletişimciyim ve tüm kampanyaları CHP Genel Merkezi veya İstanbul İl Başkanlığı’na fatura etmiştim. İmamoğlu’nun İBB Başkanlığı döneminde ise İBB veya iştiraklerinin tek bir ihalesine bile katılmamış, teklif dahi vermemiştim. İstesem 42 yıllık şirketim, devlet kurumlarından almış olduğu iş bitirme belgeleri, yüzü aşkın ödüllerim ile yurt içi ve yurt dışındaki tecrübe ve bağlantılarıyla İBB’nin iletişim ve etkinlik ihalelerine girer, bileğimin hakkıyla yüzlerce milyon liralık ihale alabilir ve yapabilirdim. Ama yapmadım. 2014’ten beri kamu ihalesine girmedim. Bunun tek istisnası Hatay Expo’dur.
İddianamenin eklerinde BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu)’nun bir raporu var. O raporun 42. sayfasında “Öykü Reklam (Necati ÖZKAN) grubu” başlığı altında “Öykü Reklam’ın hesaplarına bakıldığında İBB grubu ile olan bir hesap hareketine rastlanılmamıştır” deniyor. Hakikat bu!
Dolayısıyla, benim kamu yetkililerine rüşvet vermemi gerektirecek bir neden yok. Zaten bu nedenle iddianamede benim aleyhime “rüşvet vermek” iddiası da kalmamış; bu kez “rüşvete aracılık yapmak” gibi bir iddiaya çevrilmiş. Tabii bir de “örgüt üyeliği” iddiası var ama bu iddianın maddi ve manevi unsurlarını ortaya koyamıyor savcılık. Düşünsenize, ben ne İBB çalışanıyım, ne İBB veya iştirakleriyle iş ve çıkar ilişkim var…
İşte bu nedenlerden dolayı, iddianame hazırlıkları sürerken benimle ilgili yeni bir iddia ortaya atılabilir diye düşünüyordum. Absürd “casusluk” iddiası böyle bir zamanlamayla, 24 Ekim Cuma sabahı gündeme getirildi. O kadar temelsiz ve çürük bir iddia ki, bir yandan çok şaşırdım ve şok oldum, bir yandan da devletimizin ve yargı sistemimizin düşürüldüğü bu ciddiyetsizliğe ve hukuksuzluğa kahroldum. Bana karşı atılan bu isnat açık bir akıl tutulmasıdır.
Araştırmalara göre ülke nüfusunun yüzde 80’ninden fazlası casusluk iddiasının siyasi gerekçelerle ortaya atıldığını düşünüyor. Ama buradaki asıl mesele, ülke güvenliği açısından bu kadar önemli bir konunun, hakikat dışı, mesnetsiz ve hoyratça kullanılıp, hukukun ve demokrasinin altının oyulduğu noktalara getiriliyor olmasıdır.
Özetle, “casusluk” iddiası bizleri içeride daha uzun süre tutabilmek için uydurulmuş kötü bir senaryo, haksız ve adaletsiz bir yedeklemedir.
“Casusluk” davası dahil olmak üzere, 19 Mart’tan bu yana yaşananların en kısa izahı, seçimle işbaşına gelmiş bir siyasi heyetin, seçimle gitmek istememesidir.
28 Mayıs 2023’teki seçimlerden Altılı Masa etrafında bir araya gelmiş muhalefet imkansız görünen bir mağlubiyetle çıkınca, Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in başlattığı “Değişim” milletten kabul gördü ve Türkiye haritası 5 ayda kırmızıya boyandı. Zira millet mevcut iktidar bileşenlerinin artık ülke sorunlarını çözemediğini, küçük bir azınlığın ceplerine milli servet boca edilirken, çoğunluğun her geçen gün bilerek fakirleştirildiğini gördüğü için değişen ve gençleşen CHP’ye yönelmişti. Böylece CHP, milletin iradesiyle yaklaşık 50 yıl sonra açık ara birinci parti konumuna geldi.
İşte, iktidar ortakları bu yalın gerçeği gördüler. Seçim günü gelmeden sandığı garantileyecek bir strateji arayışına girdiler. CHP’li belediyelerin yıllara sari SSK Borçlarının tahsili için apar topar atılan adımlar… “Silkeleyin” talimatı… “Ahmak” Davasıyla ilgili istinaf mahkemesi kararının hızlandırılması… Kılıcı keskin olarak bilinen bir bakan yardımcısının İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına atanması…
Tüm bunlar CHP’ye yönelmiş olan toplumsal muhalefetin dağıtılması, CHP ve Cumhurbaşkanı adayının itibarının yok edilmesi için tasarlanan stratejinin aşamalarıydı. CHP’nin kuşatılması, iç çelişkilerinin her gün medyada gündem yapılarak mümkünse parçalanması gibi taktik operasyonları bu yüzden izledik ve izleyeceğiz.
ALACAKARANLIK DÖNEMİ
19 Mart süreci ile hız kazanan operasyonlar ilginç bir evreye geldi. HaberTürk ile başladı, Mehmet Akif Ersoy ile devam etti. Ve arada yine birçok operasyon oldu. Bu operasyonları nasıl görüyorsunuz? Bazıları temiz eller operasyonu diyor, kimileri de devlet aklı… Ve halk bunlara ikna mı sizce?
Sorduğunuz operasyonlarda iddia edilenler konusunda detaylarını bilmediğim için bir şey söylemem doğru olmaz. Ancak kendi yaşadıklarımızdan hareketle yorum yapabilirim.
Bir ara dönem yaşıyoruz, bir alacakaranlık dönemi… Bugün yaşanan operasyonlar, gerçekliğine inanması ve adaletin tesis edildiğinden emin olunması güç operasyonlar… Alacakaranlık Türkiye’sinin alacakaranlık operasyonları… Bu alacakaranlık dönemi ve Alacakaranlık Türkiye’si öylesine tekinsiz ki, başınızın belaya girmesi için kanunen suç olan bir eyleminizin olması gerekmiyor. Birileri sizi hedef seçtiyse, her şey olabilir. Sizin için suç icat edilebilir.
Bekir Ağırdır’ın yönettiği Veri Enstitüsü’nün Ağustos ayında yaptığı “Korkular Araştırması” ülke nüfusunun yüzde 82’sinin yanlış bir suçlamayla haksız yere hapse girmekten korktuğunu tespit ediyordu. Ülkedeki en yaygın ve en derin korku buydu!
10 aylık süre içinde başıma gelenler vizöründen bakınca, şahit olduğumuz operasyonları ve davaları, yolsuzluğa batmış siyasilerin, sporcuların ve medya çalışanlarının temizlenmesine dönük adalet süreci gibi görebilmem zor. Tersine, ben bu süreçte gürültü koparan her operasyonu, silsile halinde yapılan yargısal tacizlerle siyasetin ve ulusal gündemin dizaynına dair maksatlı işler olarak algılıyorum.
Muhakkak ki bazı adli vakalarda suçlular olabilir ama siyasiler hakkında yürütülen tam bir kontrollü gerilim süreci. Yürütme ve yargının elbirliği ile anayasayı ilgası, hukukun ve demokrasinin katli süreci!
Millet aylardır, yasaları uygulamakla mükellef kamu görevlilerinin ve yargı mensuplarının, yakın gelecekte yaşanacak bir seçimde verilecek taht kavgası için, bilerek ve isteyerek yasaları çiğnediğine şahit oluyor.
Sonu gelmez operasyonlar ve tutuklama furyalarıyla toplum o kadar geriliyor, devletin temelleri o denli sarsılıyor ki, bu yolla elde edilecek bir zafer tam bir “Pirus Zaferi” olacaktır. Sadece milletin ve devletin kaybedeceği bir zafer değil, bizzat muzafferlerin de kaybedeceği bir zafer olacak.
Zira bugün şahit olduğumuz toplumsal çürüme, kutuplaşma ve ekonomik buhran günlerini bile arıyor olacağız. O yüzden bugün ne temiz eller operasyonundan bahsedebiliriz, ne de devlet aklından. Zaten bir meselenin sebebi olanlar, o meselenin çözümü olamazlar. Toplumsal çürümeyi, ekonomik buhranı, devletin ve demokrasinin dejenerasyonunu yapanlardan adalet beklenebilir mi?
BU TSUNAMİYE DAYANAMAZLAR
Siz deneyimli bir isimsiniz… Gelecek aylara, yıllara dair tahminleriniz nedir? İktidar her hamlesiyle daha da sertleşiyor, yorumuna katılır mısınız, bu iş nereye varacak?
Yaz aylarında çok merak ettiğim bir kitabı ailemden istedim ve elime geçer geçmez de bir solukta okudum: Eski rektör, eski DPT uzmanı, AK Parti kurucusu, stratejist ve eski bakan Sn. Beşir Atalay’ın “Sadece Yaşayıp Yazdıklarım” adlı otobiyografisi… Yakın tarihimizin önemli olaylarını anlamamıza katkı sağlayan değerli bir anı kitabı.
Beşir Beyin, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kurucu kadroların attığı radikal adımların hışmından çekinerek Mısır’a gitmeyi güvenli bulmuş bir muhafazakar babanın oğlu olduğunu öğreniyoruz kitaptan. Siyasi İslamcı bir babanın evladı olarak siyasi İslamcı ideallerle büyümüş oğulun, ülkemizdeki cemaat hayatına katkıları, yol arkadaşlarıyla onlarca yıl boyunca İslamcı kadroların yetişmesine ilişkin çabalarını görüyoruz. Nihayetinde de, devlette ve akademide örgütlenen bu kadroların AK Parti’nin kuruluş sürecine verdiği stratejik desteğin önemini…
Beşir Beyin kitabi AK Parti’yi kuran kadroların hedef ve hayallerini birinci elden öğrenmemizi sağlıyor. Bugün o kadroların teker teker parti yönetiminden uzaklaştırılmış olmasının partiye ve ülkeye verdiği maliyetin büyüklüğünü de daha iyi kavrıyorsunuz.
Milli Görüş’ten Adil Düzen’e, Erdemliler Hareketi’nden Muhafazakar Demokrat’lığa… Bir ömür harcanmış hayallerin bugün vardığı noktayı, Beşir Bey “Dünya’da etki yaratmış siyasi İslamcı bir hareket yoktur” diyerek; Türkiye’nin ve AK Parti’nin adını vermeden özetliyor.
Veriye dayalı sosyoloji alanından gelen, ANAR, SİTA gibi kurumların kuruculuğunu yapan sayın Beşir Atalay’ın hem bakanlıklar yaparak, hem de TÜİK’e bugünki formunu vererek bu süreçte etki ve sorumluluğu bireysel olarak da var tabi…
Ama ben, Beşir Bey gibi samimi bir muhafazakarın bugün gelmiş olduğu noktayı hazin bir trajedi olarak okudum. Düşünsenize, Cumhuriyet’in kurucu değerlerine karşı alternatif bir vizyon iddiasıyla bir ömür harcamışsınız… Ama gele gele ülkeyi yoksulluktan, yasaklardan, yolsuzluktan kurtaracağınıza, toplumsal yapıyı çürüten bir korku ve yoksulluk rejimine sebep olmuşsunuz. 75 yıl boyunca CHP’nin “Tek Parti Rejimini” eleştirmişsiniz ama sonunda “Tek Adam Rejimi”ne gelmişsiniz…
Yola çıkarken hedeflediğiniz ütopya, milyonlarca vatandaş için korkutucu bir distopyaya dönüşmüş… Ülkeyi tam bir açık hava cezaevine çevirmiş, devlete, yargıya ve geleceğe ait güveni sıfırlamışsınız!
Siyasi hareketlerin hayatında ideolojik değerler kıble gibidir. O değerlerden saparsanız dejenere olursunuz ve eninde sonunda kaybedersiniz. Hukuki, siyasi ve ahlaki pusulanız kalmaz. İktidar olmak sizin için bir araç değil, hayati amaca dönüşür. Ardından da hukuk dışı, demokrasi dışı icatlar çıkararak koltuğunuza yapışırsınız. Bugün suçsuz insanları hedef görerek hapse atmak, üstelik de o insanların suçsuz olduklarını bile bile onların hayatını mahvetmek işte bu dejenerasyonun sonucunda mümkün olabiliyor.
İşler öylesine çığırından çıktı ki, daha da sertleşmekten başka bir çözüm yolu bulamıyorlar. Zulüm yeni zulümleri doğuruyor. 402 kişilik bir çıkar amaçlı örgüt icat edip, 25 asırlık cezalar istenmesinden 12,5 yıllık yargılama takvimlerine kadar gelinen yol tam bir çıkmaz sokak. Milletin sandıkta bu çıkmaz sokağı dağıtıp, kördüğümü çözmesinden başka çare yok. Zira ülkede hukuk ve demokrasi kalmadığı gibi bereket ve selamet de kalmadı. Makulün tükendiği bir memlekette ve makulün kaybolduğu bir dönemde yaşıyoruz. Makul bir iktidar, makul bir yargı kalmadığı için bugün cezaevlerinde 450 bine varan tutuklu ve hükümlü vatandaş var. Türkiye ile neredeyse aynı nüfusa sahip Almanya’da bu sayının sadece 64 bin kişi olduğunu bilirseniz yaşadığınız distopyanın dehşetini daha iyi kavrarsınız. Evet, maalesef bu alacakaranlık döneminden çıkış, uzun ve kasvetli olacak. 23 yılda adım adım bu cehennemi örenler, kolay kolay size cenneti getirir mi?
Öte yandan, yapılan mitinglere, vatandaşın anketlere de yansıyan tepkisine bakınca, milletin bağrında bugüne kadar şahit olmadığımız ölçüde büyük bir dip dalganın kabardığı anlaşılıyor. Bu, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde yaşanan tsunamiden çok daha büyüğünü üretecek kudrette bir dip dalga. Hiçbir güç bu tsunamiye dayanamaz. Sonuçta, ülkede yepyeni bir düzenin ve çok güçlü, demokratik bir yeni iktidarın kurulduğunu göreceğiz.
EN ÇOK SORULAN SORULARDAN BİRİ…
AKP-MHP ittifakının durumunu nasıl görüyorsunuz?
Bu soru 19 Mart’tan sonra en çok sorulan sorulardan biri. Özellikle muhalif mahallede, AK Parti iktidarının bugün inşa ettiği distopyadan çıkış için bir umut olarak bu soruya cevap aranıyor.
MHP ile AK Parti arasındaki ortaklık bir taktik ortaklık değildir. Her iki taraf için de vazgeçilmez değerde ve varlık-yokluk ortaklığıdır. Böylesi bir ittifakın dağılma ihtimaline bel bağlamak doğru olmaz.
İktidar ortakları Türkiye’yi özgür ve demokrat dünyadan koparıp kapalı bir rejime götürme konusunda aleni ve güçlü bir iradeye sahip görünüyor; ne yazık ki.
NİYETLERİ VE PLANLARI AÇIK
Sizce zamanında veya erken seçimde Ekrem İmamoğlu aday olabilecek mi?
İktidarın niyeti ve planı açık: İmamoğlu’nu asla aday yapmamak. Öte yandan müesses nizamın da tüm çabası bu yönde. Ekonomik aktörlerden devlet ve bürokrasiye, merkez medyadan iktidar elitlerine kadar tüm müesses nizam bu amaçla stratejik bir ortaklık götürüyor.
Dahası, uluslararası müesses nizam da Türkiye’deki mevcut yönetimin sürmesini tercih ediyor. Trump Amerikası’ndan İngiltere’ye, AB’den Putin Rusya’sına, Suud’dan Kuveyt’e kadar bir dolu uluslararası güç sayın Erdoğan’ın bir dönem daha ve hatta ömür boyu işbaşında kalmasını istiyor. Yeni ve ne yapacağını kestiremedikleri bir iktidar görmek istemiyorlar Türkiye’de.
Dışarıdan bakıldığında CHP, İmamoğlu ve muhalif tüm çevreler içinde ciddi bir umutsuzluk duygusunun varlığı anlaşılabilir.
Ama asıl güç millettir. Millet büyüktür. Millet bu kördüğümü muhakkak çözecek ve karanlığı aydınlığa çevirecektir.
19 Mart’tan beri Ekrem İmamoğlu’na yönelik desteğin düşmemesi, CHP’nin birincilik pozisyonunun pekişmesi ve güçlenmesi tüm bu yurtiçi ve yurtdışı güçlerin planlarına dur diyecek yegane umuttur. Gün ola, hayrola diyorum.
KAMPANYAYA DÖNÜŞMELİ
Peki muhalefet ne yapmalı?
Türkiye’yi içine düştüğü çukurdan çıkarabilecek yegane güç demokrasiye inanmış muhalif partilerdir. Örneğin CHP 50 yıl aradan sonra bir seçimden aylar önce açık ara önde yarışa başlıyor. Doğru siyaset ve etkili söylemlerle bu fark açılabilir ve açılmalıdır da. Bu yolda CHP ve tüm muhalif çevreler için yapılacak hamleleri şöyle görüyorum:
- 19 Mart’tan bugüne, ne yaptıysa aynısını yapmak. Millete gitmek, kendini ve hedeflerini iyi anlatmak. Rejimin milletin dertlerine derman olamayacağını kapı kapı gezerek erişilebilecek herkesi ikna etmek.
- ‘’Erken Seçim’’ çağrısını yarından itibaren ana kampanyaya dönüştürmek. Bu yolda iktidar bileşenleri üzerindeki baskıyı her geçen gün artıracak yol ve yöntemler bulmak.
- Parlamentodaki tüm muhalefet partilerin, az ve öz prensiplerde anlaşmaya dayalı bir Demokrasi Birliği kurması.
- Büyük çoğunluğun, gençlerin, kadınların, emeklilerin ve asgari ücretlilerin mutlu olacağı bir Türkiye hayali için kapsamlı, ağır başlı, uzun süreli ve güçlü bir kampanya yapmak.
Bu öneriler zaten partilerin lider kadrolarının hemen her gün dile getirdiği adımlar… Doğru ve önemli adımlar. Yılmadan, vazgeçmeden, cesaretle atılırsa bu adımlar, hızla başarı getirecektir. CHP’nin son Kurultay’ında ortaya çıkan PM ve MYK kadroları ile geçtiğimiz hafta sonunda açıklanan Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi’ndeki liyakatli ve tecrübeli kadro, seçmeni ikna edecek güçte görünüyor. ‘’CHP değişirse Türkiye değişir’’ şeklindeki slogan maya tutacak gibi görünüyor. Diğer muhalefet partilerinin de stratejileri yakında netlik kazanacaktır. Hep birlikte yaşayarak göreceğiz.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.