Ertuğrul Özkök: Yılın en güzel filminin en güzel sahnesini anlatıyorum

Ertuğrul Özkök: Yılın en güzel filminin en güzel sahnesini anlatıyorum

Ertuğrul Özkök bugünkü köşesinde "Yılın en güzel filminin en güzel sahnesini anlatıyorum" başlıklı yazısını kaleme aldı.

Hiç endişe etmeyin.

Filmi anlatıp, seyretme keyfinizi bozmayacağım.

Çünkü bu filmi seyretmenizi istiyorum.

Herkes seyretsin istiyorum.

Ama bir konuda kendimi tutamayacağım.

Filmin en güzel sahnesini anlatacağım.

Bir de o sahneden küçük bir diyaloğu yazacağım.

İsmi “Mukadderat” olan bir filmi seyretmek içinizden gelir mi

Aslında bu filmi seyretmemem için çok bahanem vardı.

Bir kere adı…

“Mukadderat...”

“Yine muhafazakar mahallenin, mahalleye hoş görünmek için çekilmiş bir türlü çekici olamayan zorlama filmlerinden biri daha” deyip geçebilirdim.

İkincisi “ödüllü festival filmi” damgası…

Hakkında övücü birkaç yazı okudum. Sanki “ödüllük festival filmlerinden” biri olarak yazıyorlardı.

Ödüllük ve festivallik denince de aklıma otomatik olarak festivallerde gösterilip, üç beş sinema tutkununu ilgilendiren bir film geliyor.

Anlayacağınız caydırıcı bütün sebepler mevcuttu.

Kızım “Git seyret, Güle Güle gibi bir film” deyince direncim kırıldı

Kızım Gülümsün, “Baba bu filmi mutlaka seyretmelisin ” dedi.

Beni etkilemek için de şunu söyledi:

“Hani Zeki Alasya’nın oynadığı Güle Güle filmi vardı ya, işte onun gibi çok güzel bir film…”

“Güle Güle…”

Benim için anahtar kelime…

Rahmetli babam bütün hayatı boyunca bana bir kere bir filmden söz etti.

Annemin zoruyla “Güle Güle” filmini seyretmişti.

Çok sevmişti o filmi, “Çok ağladım” demişti.

İşte bunlar bir araya gelince önyargılarım kırıldı, gittim izlemeye.

Sinemadan çıkarken ise hissiyatım şuydu

Bu yıl “Poor Things’ten” sonra seyrettiğim en iyi film…

Sinema yazarı arkadaşlar;

Evet, bu çok sınırlı ve küçük bütçeyle yapılmış bir film.

Ama lütfen festivallik, ödüllük diye yazıp, insanların gözünü korkutmayın.

Kitlesel seyirciye yönelik bir film bu ve dünyada yaşayan herkesi ilgilendirecek, herkesin keyifle seyredeceği ve sonunda herkesin büyük bir umutla salondan ayrılacağı bir film…

Umarım küçücük bütçeyle büyük iş yapan

Easy Rider gibi bu film de çok iş yapar.

İlk 10 dakika sonuna kadar dayanın, sonra bambaşka bir film oluyor

Bu filmi anlatmaya nereden başlayabilirim?

Önce bir uyarı;

İnsanı daha üçüncü dakikada kaçıracak iç karartıcı bir sahneyle başlıyor.

Bir sabah yaşlı bir adamın uyanamadığını, uykuda öldüğünü görüyoruz.

Onuncu dakikaya geldiğimizde Gülümsün’e “Beni bu filme mi getirdin yani?” diyecekken,

İnanılmaz bir film başladı.

Anlayacaksınız ki o iç karartıcı giriş gerekliymiş.

Filmin devamını anlatmayacağım, size sadece şunu soracağım

Babanız ölmüş, siz daha yasını tutarken, anneniz gelip “Ben evlenmek istiyorum” diyor.

Bir ölüm… Arkasından 65 yaşında bir kadının evlenme arzusu…

Film böyle başlıyor.

Bu sorudan itibaren karşınıza öyle bir hikaye çıkıyor ki…

Ağlamak kavramının aslında hüzünle mutluluk arasındaki hünsa bölgede nasıl güzel bir insanlık hali olduğunu anlıyorsunuz.

Burası İlber Ortaylı’nın bize anlattığı kasaba mı?

İlber Ortaylı sık sık şunu söyler:

“Türkiye’nin ileri gitmesine engel olan şey kasaba kültürüdür…”

Film, Karadeniz’in Cide kasabasında geçiyor.

Gördüğüm en güzel, en iç açıcı kasabalardan biri.

Nasıl olup da bugüne kadar bu kasabayı hiç keşfedememişim hayret ettim ve kızdım kendime.

Özellikle de o sahnenin geçtiği Gideros Koyu'nu…

Film işte bu kasabada 65 yaşında bir kadının bütün kasaba eşrafına karşı direnişini anlatıyor.

Kasabada kötü insan yok, onların örf ve adetleri var

Aslında hiç de kötü insanlar değil kasaba ahalisi… Hatta hepsi iyi insanlar.

Ama yerleşik kültür, çocukluktan gelen davranış tarzları, düşünce kalıpları…

İşte sadece bunlar var.

Ama işte bunlar bir araya gelince, karşımıza son 25 yılda bize en fazla empoze edilen o ucube kavram çıkıyor:

“Hassasiyet…”

Hani şu Anadolu’nun çeşitli kasaba ve şehirlerinde konser yasaklatan o uğursuz kelime…

Milli hassasiyet… Örfümüz… Adetimiz…

Ne güzel ambalajlar değil mi farklı olma arzusunu, düşünceyi bastırmak, yok etmek için…

Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Mukadderat filmiyle Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü alan Nur Sürer (sağda)

Nur Sürer: Bir Upper Cihangir kadının olağanüstü performansı

İşte güzel kasabanın ucube “hassasiyet” tiranlığına direnen bir kadın görüyoruz filmde.

Nur Sürer canlandırıyor onu.

Yani bir “Upper Cihangir kadını…”

Seyrederken size, “Bu rolü ondan başka kimse oynayamazmış” dedirten bir oyunculuk…

Aksi, arıza bir yaşlı kadının içinden kasabaya meydan okuyan, modern, muzip, gerektiğinde “Sizin de, hassasiyetinizin de...” diyebilen, alabildiğine pozitif bir karakter var artık karşımızda.

Kafka’nın böceği bir sabah insan olarak uyanırsa

Müthiş bir metamorfoz… Ama Kafka’nın sabah uyandığında kendini böceğe dönüşmüş bulan Gregor Samsa’nın tam tersi…

Tersine tersine…

Kasaba “hassasiyetinin” böcekleştirdiği bir kadın, bir sabah insan olarak uyanırsa…

İşte öyle bir durum…

Filmde bir de müthiş bir erkek karakter var.

Almanya’dan gelip Cide’ye yerleşmiş bir emekli…

Başta anlatmaya söz verdiğim sahne işte tam burada onunla yan yana sohbet ederken geçiyor.

Gideros Koyu'nda yan yana oturan bir kadın bir erkek

Cide’nin neresinde olduğunu bilemediğim olağanüstü bir koy.

Galiba adı Gideros Koyu'ymuş.

Göl gibi duru ve dümdüz bir deniz.

Bir kadın bir erkek yan yan oturmuş, konuşuyorlar.

Onları arkadan görüyoruz.

Bir dostluğun arkadan görünüşünün bazen önden görünüşünden çok daha etkili bir anlatım gücü olabileceğini ispat eden bir kare.

Kasabanın zalimi: Bay “elalem ne der”

İşte tam orada Almanya metropolünden gelen emekli bir adam; bilge, kasabalı, yaşlı kadına şunu itiraf ediyor:

“Meğer yıllar boyunca elalem ne der diye hep kendi kendimi durdurmuşum. Şimdi yıllar önce yapmam gereken şeyi yapıyorum…”

Yaşlı kadın dinliyor.

Ve dediğini yapmaya başlıyor.

Filmde işte o andan itibaren, böyle bir kadının bütün kasabaya rağmen neler yapacağını izliyorsunuz.

Anlatılan gerçek bir hayat hikayesi….

Şu yangın yerine dönmüş 21’inci yüzyıl enkazı üzerinde dolaşanlara umut veren bir insanın gerçek hikayesi…

Bugünlerde yeniden gösterime giren “Her Şey Çok Güzel Olacak” filmi kadar sıcak.

“Babam ve Oğlum” kadar sımsıcak.

Çok başarılı bir happy end filmi mi

Bir “happy end” filmi mi bu…

Mutlu sonla biten…

Fakir oğlan, zengin kıza kavuşmuyor.

Ama 65 yaşında dirençli, cesur ve kararlı bir kadının başarı hikayesi…

Evet, mutlu bir bir son bu.

En güzeli de filmin sonunda her biri kasabalarına ve toplumun, “hassasiyetine” meydan okuyan onlarca gerçek kadını da tanıtıyor bize.

Kaçırmayın bu harika filmi.

Çünkü bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şeyi anlatıyor.

Umudu ve cesareti…

Mükemmel bir kasaba insanları kadrosu

Yönetmen Nadim Güç bu işi başarmış.

Senarist Erdi Işık’ın kasaba diyalogları olağanüstü…

Dediğim gibi Nur Sürer çok çok çok iyi…

Aslıhan Gürbüz, müthiş bir kız…

Osman Sonant film ilerledikçe kendini hepimize sevdiren bir kasaba ağabeyi…

Şerif Erol, Almanya’ya giden her erkeğin ille de Almancı olarak dönmeyeceğini, gerçek kişiliğini bir Karadeniz kasabasında bulabileceğini öyle güzel anlatıyor ki…

Hepsine hepsine alkışlar…

Tekrar ediyorum.

Benim için bu yıl Poor Things’ten sonraki en güzel film…

Sakın onu ödüllü bir festival filmi sanmayın.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.